30 Aralık 2012 Pazar

Elem





Dipsiz bir kuyuya doğru, karanlığın içine çekiliyorum sanki kış aylarında. Her şeyin üst üste geldiği bunaltıcı dönemlerde nefes alamıyorum. Neden yaşadığımı unutuyorum. Çaresizliğin dibine vuruyorum. Doğup doğmamayı kendimiz seçemediğimiz için lanet ediyorum. Yok olmak istiyorum, her şeyi geri sarıp anne karnına dönmek, oradan da bir daha gelmemek üzere dünyaya veda etmek istiyorum.

Tutunacak bir dal bulamıyorum. Sanki gürül gürül akan bir deredeyim ve tutunmaya çalıştığım her çalı çırpı elimde ufalanıyor. Şelaleye doğru yol alıyorum ve oradan düşerken kendimi bırakmamak için hiçbir sebep göremiyorum. Feraha çıktığım anlar da oluyor ama karamsarlığımdan tamamen sıyrılamıyorum bir türlü. Tekrar tekrar unutuyorum neden ferahladığımı da, neden karardığımı da. Her şeyi unutuyorum o koca şelalenin içinde kaybolurken. Kendimi öylesine sonun başlangıcına bırakmak istiyorum ki...

Ama olmuyor işte. Acımasız hayat kendimi koyverip bir nebze de olsa rahatlamama izin vermiyor hiçbir zaman. Bütün zorlukları bir bir sırtlayarak yokuş yukarı tırmandırıyor beni üstelik. Her adımda biraz daha birikiyor sırtımdaki kirli fazlalık. "Keşke" lerin ağırlığı altında "iyi ki" ler eriyor, "iyi ki" kelimesini unutuyorum. Öyle bir kelime mi vardı? Herkes değersizleşiyor gözümde her saat önemini kaybediyor, gereksizleşiyor. Sona bir an daha yaklaşmak için can atıyorum. Her şey bitsin, hem de bir an önce! Daha fazla katlanmanın ne anlamı var? Yıllardır biriktirdiğim umutlar nasıl olsa boşa çıkacak. Olacak deyip beni oyalayan şeytanlar onlar.

İşte bu gibi anlarda yazmak istiyorum. Yazıya tutunuyorum sadece. Beni başka dünyalara alıp götürürken; klavyem tıkırdadıkça, yanan boğazımdan aşağıya lıkır lıkır soğuk su gibi dökülüyor kelimeler. Boşlukta süzülürken ferahlıyorum. Uzun süre nefessiz kaldığım denizin dibinden başımı çıkarıyorum ve gözlerimi kapatıyorum istemsiz. Bulunduğum yerde değilim, ben artık ben değilim. Sırtımdaki yükler hala yanı başımda ama bedenimden ayrılar. Onlar da havada süzülüyor. Sonra bir anda boşa saydığım umutların en küçüğü içimde bir ışık çakıyor hınzırca. Ufacık bir oksijen parçası genzime kaçıyor. Yazı biterken bulunduğum can sıkıcı duruma geri dönüyorum yavaş yavaş. Tüm gücümle itiyorum yaklaşan felaketi ama nafile...

Her şey yine aynı, her yer daraltıcı ama eskisi kadar boğmuyor beni. Gözümde büyüttüğüm şeyler daha bir ufalmış gibi. O küçük umut ışığına tutunup beni yarı yolda bırakan dalları unutuyorum. Tekrar boşa çıkacağı ana kadar hayata tutunmaya karar veriyorum nedenini bilmeden. Neyi beklediğimi de bilmiyorum. Her şey aynı ama yine de vazgeçmekten vazgeçiyorum. Kelimelerin sessiz sakin dünyasında verdiğim molayla kendime gelip, yüklerle dolu yolculuğa güç bela devam ediyorum.

14 Aralık 2012 Cuma

İş İşten Geçtiğinde

"İş işten geçmek" deyimi...

Hani sevdiğin biri öldüğünde içinde 40 tane mum yanar, her gün o mumlardan biri söner ve en sonunda bir tanesi kalır derler ya bu da onun gibi bir şey. Anlamlı olan şeyin içi her gün biraz daha azalır, bir nebze daha boşalır. Bu belki birkaç gün sürer belki birkaç ay. Anlamın önemine göre değişir; ama azala azala geriye içi bomboş bir kabuk kalır sadece. Var olan anlam hepsini yitirir o zaman da iş işten geçmiş olur işte. Anlam ifade eden şeyin bir önemi kalmamıştır artık. Anlam küçülmüş hatta yok olmuş, boşluk büyümüş kocaman olmuştur.

O boşluk öyle büyük bir yer kaplamıştır ki bulunduğu yerde, yanında başka hiçbir şeyi istemez. Çünkü o koca boşluk tek başına ancak sığabiliyordur anlamsızlığın içine. Başkasına ihtiyacı kalmamıştır bu saatten sonra.

Uçan balonun havası kaçtığında iş işten geçmiştir.
Mutluluğu paylaşana kadar paylaşacak kişi gittiğinde iş işten geçmiştir.
Ağlayana kadar üzülünen şey değiştiğinde iş işten geçmiştir.
Beklerken beklediğin şeyi unuttuğunda iş işten geçmiştir.

Anlık durumlar o kadar hızlı değişir ki gözünü kapatıp açtığında hiç bir şey yerinde olmayabilir. İşin işten geçmesi kolaydır da zor olan iş işten geçmeden anı yakalamaktır.

Anlamını yitirdiğinde her şey için iş işten geçmiştir.

13 Aralık 2012 Perşembe

Kristal Parçaları

Anlık mutluluklar vardır
Kristal parçaları gibi gün ışığında parlayıp,
Karanlıkta kaybolan

Sadece tek bir anlık önemleri vardır
Biçilen değerleri onu yakalayabilen kadar,
Ne kadar küçük olurlarsa o kadar çok yaralayan

Kristal parçaları ilk bakışta güzel görünür
İçlerindeyse en kırılmaz taşlardır
Onları eritebilecek olan gözlerden dökülen bir damladır

Parıltısına aldanıp sarhoşa döner insan
Bilmeden ne kadar aldatıcı ve kısa ömürlü olduğunu
Hipnoz olmuşçasına tadını çıkarır

Kristal parçaları tek tek dağılıp batmaya başladığında
Ne parıltısından eser kalır ne de vazgeçilmez güzelliğinden
Geriye kalan tek his ondan bir an önce kurtulmaktır



5 Aralık 2012 Çarşamba

Soygun



Kardeşim hayatı boyunca hep başını belaya soktu. Onun arkasını toplamak da ağabeyi olarak hep bana düştü. Bu durumdan bir kere bile şikayet ettiğimi hatırlamıyorum. Sanki ben bu amaç için doğmuştum ve bu benim görevimdi. O yüzden benimsediğim bu kutsal görevden hiçbir zaman yakınmadım. Kardeşimin sorumsuzluklarını da hiç yargılamadan, sıkıntı büyümeden halletmeye çalıştım.

Kardeşimi kurtarma operasyonlarının en kapsamlısını yapmaya karar verdiğim o gün başka çaremiz olmadığını biliyordum. Kerem'in başı bir şekilde tefecilerle belaya girmişti. Sonunu düşünmeden giriştiği işlerde bataklığa sürüklenip sonunda da her zamanki gibi içinden çıkılmaz hale geldiğinde benden yardım istemişti. İşin boyutu ciddi bir hal almıştı. Öyle ki salonda yayılmış televizyon izlediğimiz bir gün kapıyı kırarak içeri giren eli silahlı adamları görmemizle afallamıştık. Belli etmesem de hayatımda hiç o günkü kadar korktuğumu hatırlamıyorum. Her zaman küçük kardeşini koruyup kollayan korkusuz kahraman rolüne bürünmek, olmadığın biri gibi davranmak zorunda kalmak ne kadar yorucu kimse tahmin edemez.

Bizim her zorda kaldığımızda kucaklarına koşacağımız anne babamız olmamıştı Kerem'le. Belki de bu yüzden bu gereksiz kahramanlık rolüne bürünmek zorunda kalmıştım. Çocukluğumdan beri başımın çaresine bakmayı öğrenmiş, sırtını her durumda bana yaslayan Kerem'e de boş yere öğretmeye çalışmıştım. Annemle babamın genç yaştaki talihsiz ölümünden sonra acımasız ve pervasız amcamızın ve dırdırcı titizlik hastası karısının yanından, hayret verici bir şekilde benim kararımla kaçmıştık. Bize vebalı gibi davranan ve köpeklerinden daha az değer veren bu itici çiftten kurtulmamızla kolaylaşacağını sandığımız hayatımız daha da zorlaşmıştı. Ben kendimden altı yaş küçük kardeşime bakabilmek için neredeyse çocuk yaşımda çalışmaya başlamış itilip kakılarak yediğim azarları hiç bir zaman sindiremesem de Kerem'e sezdirmemek için içimde bastırmıştım. Tüm bu çabaların sonucunda da; hakkını aramaktan korkmayan, her türlü maceraya korkmadan sonunu düşünmeden atlayan Kerem'in, onun gözünde kahraman ama gerçekte sümsük, her şeyi içine atıp sesini çıkarmayan, temkinli ve yaşlı bir adam kafasıyla düşünen sıkıcı ağabeyi olmuştum.

Kendimi bildim bileli kardeşimi her türlü beladan kurtarmıştım ancak daha önce bu seferki kadar büyüğüne toslamamıştık. Tek göz döküntü evimizde kendimize zar zor yeterken kardeşimin borcunu ödemek imkansızdı. Tüm gururumu hiçe sayıp zamanında kaçtığımız amcamdan da yardım istemiştim ancak bana dilenci muamelesi yaparak kovmaktan beter etmişti. Bu hayatta başka yardım isteyecek kimsemiz olmadığından ve bankadan da kredi alamayacağımızı bildiğimizden soygun yapmaya karar verdik. Her şeyi ben planlayacaktım. Benim gibi sağlamcı bir beynin ürünü olan bir plan asla bozguna uğramazdı. Kardeşimi bu beladan da kurtaracaktım. Paranın üstüyle de kendimize yepyeni bir hayat kurabilirdik belki ama yine de fazla hayalperestliğe gerek yoktu. Dereyi görmeden paçaları sıvamamalıydık. Kerem biraz korkmuş olsa da o da başka çaremiz olmadığını biliyordu. Planım kafasına yattıktan sonra da her zamanki maceracı ruhuyla bu işe kalkışmaya razı oldu. Ya soygun yapacaktık ya da ölecektik ve ben kendimi bir çöplükte bulmak değil, yaşamak istiyordum.

Günlerce soygunu nasıl yapacağımızı hangi semtte olacağını düşünüp durduk. Bize yardımcı olacak bir tanıdığın olması da şarttı. Kerem'in böyle bağlantıları olduğundan emindim. Başını bu kadar sık belaya sokan bir insan için normal bir durumdu. En sonunda köhne semtlerden birinde bulunan sokağın başındaki bankayı soymaya karar verdik. Kerem'in orada çalışan bir tanıdığı vardı ve bize yardımcı olmayı kabul etmişti. Kerem'e olan borcunu ödemek istiyordu. Benim küçük kardeşim detayları bana anlatılmayan bir şekilde onun hayatını kurtarmıştı. Ailemizdeki tek kahraman ben değildim anlaşılan. Çocuğun yapacağı şey bir şekilde kamera odasına girip kameraları bozmak ve alarmı etkisiz hale getirmekti. Bizim yapacağımız şeyse iki adet maskeyle silah bulmaktı. Sonuçta böyle şeylere Amerikan filmlerinden aşinaydık. Çok kolay olmayacağı belliydi ama çok da zor olamazdı. Kerem elinde siyah bir kumaşa sarılmış iki silahla geldiğinde de çok sorgulamadan ve nereden bulduğunu düşünmemeye çalışarak çekmeceye kilitledim. Bir işe kalkışmıştık ve yarıda bırakamazdık.

Evimizi basan silahlı adamların bize verdiği sürenin sonuna yaklaşmıştık. Bu sürenin bitmesinden 2 gün önce soygunu yapacaktık ve sonunda o gün gelmişti. Yanımıza büyükçe bir çanta aldık silahları iç cebimize soktuk ve yola çıktık. Heyecandan ellerim titriyor, ayaklarım birbirine dolaşıyordu. Yan gözle kardeşime baktığımda onun da benimle aynı durumda olduğunu fark ettim. O anda sakinleştirici ağabey bakışımı atamayacak kadar stresliydim. Zaten bu sefer bana o bakışı atan kardeşim oldu.

Bankaya geldiğimizde maskelerimizi yüzümüze geçirdik. Kalın kumaş parçasının arkasından zar zor nefes alıyordum. Alnımdan ter damlalarının aktığını hissettim. Kerem anlaştığımız gibi bankada çalışan işbirlikçimize haber vermek için köşedeki telefon kulübesine gitti. Geri geldiğinde biraz daha sakinleşmiştim. Derin bir nefes aldık ve silahlarımızı çıkarıp bankaya adım attık.

Kerem kapının önünde duruyordu. Bense ne olduğunu henüz kavrayamamış insanlara silahımı doğrultmuş avazım çıktığı kadar bağırıyordum. Herkesin olduğu yerde kalmasını kaçmaya çalışan olursa hiç çekinmeden vuracağımı söylüyor, veznedarlardan ise beni kasaya götürmelerini istiyordum. Bunların hepsi asla yapamayacağım şeylerdi. Neyse ki buradaki zavallı insanlar bunu bilmiyorlardı. Sümsük, sağlamcı, sıkıcı, hayatında tek yaptığı şey susup başı beladan kurtulmayan kardeşini itaatkar bir şekilde koruyan bir zavallıdan korktuklarını bilmiyorlardı. Görevlilerden biri ürkekçe yanıma yaklaştı ve beni kasaya götüreceğini söyledi. Kerem'e bir bakış attım başıyla beni onayladı. Ufak tefek adamın arkasından kasaya doğru ilerledik. Ben paraları toplarken Kerem'in bağırdığını duyuyordum. Herhalde insanların kıpırdamasını önlemeye çalışıyordu. İşimi çabuk yapıp kardeşimin yanına dönmeliydim.

Gittiğimde gördüğüm manzaraya anlam veremedim. Kulakları sağır edici bir alarm sesi duyuluyordu ve Kerem kapının dışında bekliyordu. O sırada biri arkamdan saldırarak hışımla maskemi çıkardı. Arkamı dönüp kim olduğuna bakmak istedim ama onun da yüzünde maske vardı. Şaşkınlığımdan faydalanarak elimdeki para dolu çantaya kaptı ve kapıdan dışarı fırladı. Ona doğru bir hamle yapmamla bacağımda acı bir yanma hissettim. Beni vurmuştu. Yere yığılırken Kerem'in sesini duydum.
"Özür dilerim. Böyle olsun istememiştim özür dilerim. Polislere benim adımı verme başım büyük belaya girer.Özür dilerim."

O anda bunun baştan beri planlı bir soygun olduğunu anladım. Hayal kırıklığımın boyutlarını tarif etmeme imkan yoktu. Ben kardeşimin başını beladan kurtardığımı sanırken, o suçu benim üstüme yıkarak kaçma planları yapıyordu demek. Alarm sesleri kulaklarımda tekrar çınladı. Sahte işbirlikçimiz aslında sadece Kerem'in yardakçısıydı ve kameralarla alarmı kapatmamıştı. Hatta maskemi çıkarması da bu yüzden olmalıydı. Artık düşünecek gücüm kalmamıştı. İnsanları çığlıklarının arasına bir de polis sirenleri eklenince kendimi bıraktım. Derin bir uykuya dalar gibi bayıldım. Bundan sonrasının hiç bir önemi yoktu nasıl olsa. Ömrüm boyunca kolladığım kardeşim arkamdan en büyük oyunu çevirmişti.

Gözümü açtığımda hastanedeydim. Yattığım yatağın kenarına kolumun kelepçelendiğini fark ettim. Başucumdaysa bir polis bekliyordu. Kendime geldiğimi görür görmez beni soru yağmuruna tuttu. Sesini duyuyor, sinirli bakışlarını görüyor ama ne dediğini anlamlandıramıyordum. Sanki kendi hayatımı başkasının gözünden bir filmmiş gibi izliyordum. Gerisi o kadar bulanıktı ki... Tıpkı kardeşimle aramda var olduğunu sandığım sahte ilişki kadar, hatırlamaya değmeyecek kadar bulanık ve buğulu.

30 Kasım 2012 Cuma

Yaz Mı Kış Mı?




Hangisini sevdiğime karar veremiyorum bir türlü. Yazı mı kışı mı daha çok benimsiyorum bilmiyorum. Yaz insanı mıyım ben kış insanı mı? Küçükken de böyleydim. Yazın kışlık kıyafetler giyer, klimayı açar yerlere pamuktan hayali kar taneleri döküp oynardım. Kışın da yazı özler, yazlık kıyafetlerimi giyer donardım. Böyle ters bir insandım eskiden de. Aslında kararlı geçinirim hep. "Şıp" diye anlarım ne hissettiğimi, neyi sevdiğimi diye düşünürdüm ama bu konuda her seferinde kararsız kalıyorum işte. Yaz manzaraları geliyor gözümün önüne. Turkuaz renkli berrak deniz, bronzlaşmış tenler, cıvıl cıvıl renkli kıyafetler, enerjik yerinde duramayan haller...

Sonra amansız bir sıcak perdesi iniyor gözlerimin önüne. Bunalıyorum bir anda. Gözümün önünü göremez, kıpırdayamaz hale geliyorum. Lanet ediyorum yaza ve insanı nefes almaya bile üşendiren sıcağa. Yaz demek üç ay boyunca tatil demek olmadı benim için hiçbir zaman. Mutlaka bir kısmını, ne yapacağımı düşündüğüm  sıkıcı bir ev hapsi evresi olarak geçirdim her sene. Arkadaşlarıma kavuşmak için okulların açılmasını dört gözle beklediğim zamanları bile bilirim.

Sonra kış geliyor gözümün önüne. Yollar beyaza bürünmüş, sıcak evimde pencere kenarına kedi gibi kıvrılmış battaniyenin altından bir yeni yıl filmi izliyorum. Bu sefer de okul canlanıyor gözümde. Yazın sıkıldığım evime dönmek için can attığım, erken kararan yorgun günler sarıyor etrafımı. Sınavlar, ödevler, vizeler, finaller, notlar, özetler, kitaplar, defterler; karanlık giysiler, üşümekten kızarmış burun ve eller, yazdan kalma o sağlıklı bronzluğun yerini bembeyaz bir solukluğa bıraktığı tenler... Lahana gibi kat kat sarıp sarmalandığım, büzüşerek yürüdüğüm yerlerden bu sefer de yazı özleyerek ve soğuktan şikayet ederek geçiyorum.

Hoş, artık ne yaz yaz gibi ne de kış hakettiği gibi yaşanıyor. Yazın çöl kuraklığı bitsin diye beklerken sonbahar diye bir şeyin sadece adı anılıyor dillerde. Havalar bir türlü tam anlamıyla soğumuyor, insan ne giyeceğini şaşırıyor. Sanırım ben de ruh halime göre seviyorum farklı mevsimleri. O yüzden karar veremiyorum bir türlü hangisini seçeceğime. Yalnız ve mutsuz hissettiğimde; kışın sarıp sarmalayan, kucak açan, derinlerine çeken karamsarlığını arıyorum. Sinirimi bozuyor gözümü alan fazla renkli cıvıltılar. İçim içime sığmadığında; kurtulmak istiyorum bu karanlıktan. Rengarenk bir dünya arıyorum. Sıcaktan bunalıp serin sulara atmak istiyorum kendimi.

Galiba ben en çok fazla bunaltmayan yazı seviyorum. Daha doğrusu elimin altında, gözümün önünde sıcaktan kurtuluşumu sağlayacak olan denizin olduğu her yaz bana göre çok daha güzel. Gidilen yerler gibi mevsimler de yanında sevdiklerin olunca güzel.

Yine de belli olmaz benim işim. Yarın ya da öbür gün kışı daha çok sevdiğime de karar verebilirim. Böyle sürüp giden bir kısır döngünün içinden sağ salim ve sonunda karar verebilmiş bir şekilde çıkabilmek dileğiyle... Çünkü insan sadece ne istediğini bilirse mutlu olabiliyor. İstediği şeyin yerine gelmemesinden çok, ne istediğini dolayısıyla da ne aradığını ve neyle mutlu olacağını bilmeyince mutsuz oluyor insan.

22 Kasım 2012 Perşembe

Huzurlu Mavilik


Her neredeysen burası kapkaranlık, çok soğuk. Gözlerini kapat. Şimdi aç...

Issız bir sahildesin. Ayaklarının altında yumuşacık kumlar var. Karşında uçsuz bucaksız masmavi deniz... Tuzlu kokusunu içine çek, ciğerlerine dolsun bu mavilik. Yavaşça yürümeye başla hafifçe esen rüzgara baş kaldırarak. Sana tatlı tatlı dokunan rüzgarı arkanda bırak. Dalgaların sesini dinle, serinliğinin tenine değişini hisset.

Ruhun hafifçe havalanıyor sanki. Üstünden bir yük kalkıyor çok hafifsin artık. Bedenini sen taşımıyor gibisin. İleride çocuk sesleri duyuyorsun. Gülüşen insanlar var. Rengarenk plastik bir deniz topu havada uçup denize düşüyor usulca. Peşinden bir çocuk koşuyor gülerek. Dalgaların arasına atıyor kendini. Arkasında ona sevgiyle bakan annesini görüyorsun. Önlerinden geçiyorsun ama seni görmüyorlar. 

Biraz daha ilerliyorsun. Epeyce uzakta kayalıklar var. Oraya kadar yürümeye karar veriyorsun. Yürürken yanlışlıkla bir çocuğun kumdan kalesini dağıtıyorsun. Ama çocuk sana bakmıyor bile. Arkana dönüp baktığında kumdan kale yerinde duruyor. 

Rüzgarı arkana alıyorsun bu sefer. Etrafın neden bu kadar tenha olduğunu merak ederek yürümeye devam ediyorsun. Dalgalar ayağının dibine deminki plastik topu getiriyor. Elinden kaçıran çocuk yakalayamamış olmalı. Topu alıp etrafına bakınıyorsun. Çocuk koşarak sana doğru geliyor. Gülümseyerek topu ona uzatıyorsun ama o sanki sen hiç orada yokmuşsun gibi yanından geçip gidiyor. Bu hareketini anlamlandıramıyorsun. 

İlerlemeye devam ediyorsun. Sanki seni tutan hiç bir şey yokmuş gibi yürüyorsun. Bağlarından kurtulmuşsun. Kendini hiç bu kadar özgür hissetmedin. Kayalıklara yaklaştıkça bastığın yumuşak kumlar yerini acıtan çakıl taşlarına bırakıyor. Taşlar giderek keskinleşiyor. Her adımında canını biraz daha yakıyor. Bir süre sonra bu keskin yanma hissine dayanamıyorsun. Yürüdüğün yolda geriye baktığında kırmızı bir iz görüyorsun. Kendi kanın seni yol boyunca sinsice takip etmiş. Ayaklarının üstünde daha fazla duramayıp dizlerinin üzerine çöküyorsun.

O sırada telaşla bir şeye tutunuyorsun. Taş gibi sert ve soğuk ama taş değil. Eğilip baktığında bunun bir insan olduğunu fark ediyorsun. Panikle uzaklaşmak istiyorsun oradan. Huzurlu rüyan bir anda en korkunç kabusa dönüşüyor. Arkanda çığlıklar duyuyorsun. Bir grup insan sana doğru koşuyor. Hepsinin suratında şaşkın, panik olmuş bir ifade var. Onlara yol vermek için ayağa kalkmayı deniyorsun ama onlar sanki sen orada değilmişsin gibi önünden hatta sanki içinden geçerek ilerliyorlar. 

Az önce düştüğünde tutunduğun insanın yanındalar şimdi. Havaya bakıyorsun. Büyük siyah kuşlar acı acı çığlık atarak yukarıda cirit atıyorlar. Sanki ağıt yakıyor gibiler. Kalabalık yerde kanlar içinde yüzüstü yatan insanı ters çeviriyor yavaşça. Bakmak için başını aralarından uzatıyorsun. Uzaktan seni andırıyor. Biraz daha yaklaşıyorsun. Feri gitmiş açık gözleri aynı sen. Burnu, ağzı, hatta saçları her şeyiyle aynı sen. İkizin olsa bu kadar benzer.

"Kayalıklardan düşmüş olmalı!" diyor biri.

Haykırıyorsun. O sen değilsin! Haykırmaya devam ediyorsun ama kimse seni duyup da bakmıyor. Yerde yatan ikizine dokunmak istiyorsun. Ama demin üstünde olan hafiflik yerini yok oluşa bırakıyor. Etraf buğulanıyor sonra silikleşiyor. Bir sis bulutunun içinde kalıyorsun sanki. 

Gözlerini kapat. Şimdi aç...

Yerde yatan cansız bedenin gözlerinden bakıyorsun şimdi dünyaya. Tepene insanlar üşüşmüş. Kanın kokusunu alıyorsun buram buram. Bunlar son hissedişlerin. Denize kaydırıyorsun gözlerini. Son bir bakış atıyorsun mavi huzura. Daha fazla tutunamıyorsun. Kayıp gidiyorsun derinlere. Kulaklarındaki bağırışmalar hafif uğultular artık sadece. Görüntü bulanıklaşıyor. Veda ediyorsun bu huzurlu maviliğe ve dalga seslerine. 





5 Kasım 2012 Pazartesi

Alışmış ile Kudurmuş

"Alışmış kudurmuştan beterdir" derler.

Gerçekten de öyledir. Bir şeye alışmaya görsün insan, kan emiciler gibi sürekli onu ister. Yetmez azı da çoğu da. Hep daha fazlasına ihtiyaç duyar, yetinmeyi unutur bir süre sonra. Kana kana içmek ister iliğini kurutana kadar. Son damlasına kadar içip bitirmek ister. Gittikçe doyumsuzlaşır, bencilleşir. Zaman mekan fark etmeden alıştığı şey onunla olsun, onun olsun ister. Sömürür onu, sahiplenir. Kapatır kendini diğer her şeye. Sadece alıştığıyla olmak ister. Bir tek alışkanlık yapan o kanserli urla mutlu olabilir, oyalanabilir. Başka hiçbir şey tatmin etmez. Sonunda ona bağımlı olur, onsuz titrer elleri. Yapamaz olur. Mutsuzluğa sürüklenir. Esiri olup çıkar alışkanlığının. Öyle alışır ki ona, önceden var olmadığını unutur. Bir gün yok olup gidebileceğini ya da bencillikle tüketirken onun da bir gün bitebileceğini düşünemez. Aklının köşesine dahi getirmek istemez.

Ne var ki yokluğunu kabullenmenin gerektiği bir zaman gelir. Artık ellerinin arasında yoktur o. İhtiyaç duyduğunda sığınıp ardına saklanabileceği, güven veren bir alışkanlığı yoktur artık. Avuçlarının arasından kayıp gittiğinde onu kendine alıştırdığı için lanet eder insan.

"Alışmış kudurmuştan beterdir" derler. Doğrudur. Zayıftır alışmış, güçsüzdür çaresizdir, savunmasızdır. Çabuk kanar inanmak istediği yalanlara. Her şeyin peşinden gider hevesle onu alıştığı şeye götüreceği inancıyla. Ama nafile. İşte insan böyle alışkanlığının yitip gitmesiyle kudurur. Alışmıştan kudurmuşa dönüşür.

4 Kasım 2012 Pazar

Kuş Gibi Özgür



Özgürlük ne kadar önemli aslında. Yemek içmek kadar, hava kadar lazım. Hatta bazen daha da lazım. Özgürlük olmadan ne yemenin ne de nefes almanın bir anlamı kalıyor. En ufak bir sıkıntıda "kuş gibi özgür olmak" deyimi giriyor devreye. Sorumluluk sahibi olmamak, hiçbir yere bağlanmamak ve tek işin gücün hayatta kalmak olduğu bir yaşam...

En ufak bir sıkıntıda, birkaç dakika kapalı bir mekanda kalıp sıkıldığımızda hemen özgülük çanları çalmaya başlıyor içimizde. Sınırlandırıldığımızı hissediyoruz hemen. Bağlarımızı koparıp uçmak istiyoruz istediğimiz yere özgürce. Zora gelemiyoruz hiç. Daralıyoruz, sıkışıyoruz, ezilip büzüşüyoruz sanki bir kutunun içinde. Sınırlarımızı zorluyoruz, isyan ediyoruz, çabalıyoruz özgürlüğümüzü elde edebilmek için. Bazen de sadece susup bekliyoruz. Kabul ediyoruz bize çizilen sınır çerçeveyi. Ya da hiçbir zaman kabul etmiyoruz aslında da, kabul etmiş gibi davranıyoruz. Doğru zamanı bekleyerek sabretmeye çalışıyoruz.

Kuşlar gibi özgür olmak, istediğin yere uçabilmek...

O kadar da özgür müdür kuşlar? Onlar da bağımlı değil midir birilerine ya da bir şeylere? Hiç mi yükleri yoktur sırtlarında taşımaları gereken, hiç mi kurallar tanımazlar uymaları gereken? Mutlular mıdır onlara özendiğimiz kadar? Biliyorlar mıdır sahip oldukları nimetin değerini?

Hep bağlarını koparıp istediği gibi hareket etmek ister insan. Düşünen, konuşan, hareket edebilen bir varlık olarak; kendi beynini kendisi kullanmak, kendi eylemlerini kendisi yönetmek ister. İstediği zaman çekip gitmek, hesap vermemek ister. Ben henüz "Bir şeye bağlanıp ömür boyu onun boyunduruğunda hareketlerim kısıtlı bir şekilde yaşamak istiyorum." diyenini duymadım. Duyduysam da kulaklarımı tıkamışımdır çünkü çok anlamsız geliyor bana böyle bir istek. Belki de kendimi bir kuş kadar özgür hissetmediğimdendir. Ne de olsa insan hep elinde olmayanı, bilmediği tatmadığını ister. Elimde olmayan her şey gibi "kuşların sahip olduğu gibi sonsuz bir özgürlüğe" de açım ben.



15 Ekim 2012 Pazartesi

Saklambaç

Susuyorum her şeyi içimde saklıyorum
Onlara iyi bakıyorum her geçen gün büyütüyorum
Böylesi daha iyi
Böylesi daha güvenli

Gösteriş yapmıyorum
Etrafa döküp saçmıyorum
Çünkü böylesi daha temiz
Her yer tertemiz

Kendime her sakladığım sır birer deniz olur kalbimin ortasında
Tuzlu kokusu gelir burnuma
Bildiklerimin sahilinde yürürüm usulca
Kimseye seslenmeden

Haber vermeden gelirler ansızın
Onlara gözüm gibi bakarım her zaman
Sarmaşıklar gibi sararlar bedenimi
Üşüdüğümde onlar ısıtır beni

Kimse yokken yalnız kalmayı öğretirler bana
Anlatacaklarım varken onlar dinler beni
Bir kuş gibi özgür olurum sonra
Kollarımı kanat yapar uçarım içimdeki hayali mekanlara



10 Ekim 2012 Çarşamba

Bir Var Bir Yok

Hiç durmadan yürüyorum hızlı adımlarla. Ne fazla yavaş ne de gereğinden hızlı. Ara ara koşuyorum, ensemde soğuyor terler. Düşünüyorum, mütemadiyen düşünüyorum.  Eskileri seviyorum, büyük bir özlemle anıyorum. Antikanın ruhu sarıyor beni. Ne hissedilmeyecek kadar az ne de boğucu fazlalıkta. Az biraz tam kararında. Zaman zaman kendimi tekrar ediyorum biliyorum ama elden ne gelir?

Düşünüyorum mütemadiyen. Lakin düşünsem de cevabı bulamıyorum. Demek ki yeterli düşünemiyorum. Bazen değişmek istiyorum. Kabuğumdan hoşnut değilim. İçimdekileri açığa vurmaya, herkese tanıtmaya ihtiyacım var. Sonra vazgeçiyorum, sadece kendime saklıyorum. Onlar bana özel. Her şey bana özel olsun istiyorum. Kıskanıyorum, hırslanıyorum, pısıyorum, tırsıyorum, normale dönüyorum. Tozutuyorum, normale dönüyorum, dengemi buluyorum. Yola devam! 

Karşıma çıkan engelleri görmezden gelip halı altına süpürüyorum sadece. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın! Ufak taşlara kendileri kadar küçük tekmecikler atıyorum. Yeni yeni kelimeler üretiyorum, yeni bir dil çıkarıyorum. O dili sadece ben biliyorum ve ben konuşuyorum. Önceleri zevkli. Tarifi olmayan bir haz sadece bana özel bir şeyin bulunması. Sonradan sıkılıyorum, darlanıyorum, boğuluyorum ,nefes alamıyorum. Çaresizim, dertliyim, çözümsüzüm. Ben bir problemim ve cevap anahtarında bile yok benim cevabım. Çözümsüzüm. 

Giderek daha da tıkanıyorum. Vücudumu taşıyamıyorum daha fazla, kendimi bırakıyorum. Dizlerim kıvrılıyor yere düşüyorum yüzükoyun. Yerdeki tozları, karıncaları seyrediyorum. "Bize katıl." diyorlar "Değişiklik olur." Onlara hak veriyorum, peşlerine takılıyorum. Sadece; ben değil de leşim eşlik ediyor onlara. Ve işte tam burada son buluyorum. Ben buyum ve şimdi gidiyorum.

Kara Deliğin İçi Boş Çukur




Çok istediğimiz bir şey bizim olmayınca "sadece tek bir şey istemiştim" deriz. Halbuki o tek şey içinde birçok şeyi barındırır. Aslında o "tek istediğimiz şey" yanlış şeydir. Biz yanlış olanı istemişizdir. Yanlışlar zincirinin ilk halkası, ilk istenilen yanlışlıktır ve felaketlerin devamı gelmesin diye sonun başlangıcı hiç gerçekleşmez. O çok istenilen "tek bir şey" bizi sarıp sarmalar, boğar ve sonunda hayat pınarımız, hayata küçük bir nefes molası olarak başlayan şey; bizim sonumuz olur. Yer bitirir, içten içe kemirir ve en sonunda bizi bitirir.

Gerçekleşmeyen şey her zaman çok bilinmeyenli denklem olarak kalır ve en çok istenilen objeye, bir arzu nesnesine dönüşür. İçinde bulunduğu tehlikeli kara deliğin dibinden bizi çağırır, yavaş yavaş içine çeker. Halbuki bilsek de kabul etmeyiz o gizemli kara deliğin aslında alçak bir çamurlu çukurdan ibaret olduğunu.

Bu çamurlu çukuru tanıyana kadar hayallerimizi süsleyen bir görüntüden ibarettir sadece. Bize kendini dünyanın en güzel varlığı olarak gösterir. Daha doğrusu onun bir şey yapmasına gerek kalmaz biz kendiliğimizden onu dünyanın sekizinci harikası olarak görürüz. Çünkü o ulaşılmamış olandır. El değmiş de olsa bizim dokunamadığımızdır, bizim kutsal bakire topraklarımızdır.

Sadece bize ait olsun isteriz ya da herkes sahip olduysa tadına bir de biz bakmak isteriz. Merak kediyi öldürür derler ya, o hesap; elde etme uğruna takındığımız hırslı tutum bizi içten bitirir haberimiz olmaz. Gözlerimizi açtığımızda arzu nesnesi de yok olmuştur, onun peşinde bir mum gibi eriyen kendi ruhumuz da. Bedenimiz kalmıştır bir tek yadigar. O "sadece tek bir şey istemiştim" yakarışı  sahip olduğumuz tek şeyi geri almak için yakarır şimdi artık çok geç olduğunu bilerek: "ruhumuzu". Elimizde olmayan aldatıcı kara deliğin peşinden koşarken elimizdekinden de olmuşuzdur kim bilir neler uğruna.

8 Ekim 2012 Pazartesi

Koz

Bana bir koz ver
Düşünmeyi bırakıp buz kesmem için elime bir koz ver
Sebepsizce sevmeden önce
Gözlerimin açılmasına izin ver

Geldiğin gibi git şimdi
Daha fazla yaklaşmadan
Tehlikeli sulara bulaşmadan
Bacalar tutuşmadan git hemen şimdi

Vakit kaybedersen çok geç olabilir
O zaman belki de kimse durduramaz bu süreci kim bilir
Ama bana bir koz ver ki
Sebepsiz sevmeler her an başlayabilir

Sanma ki bu ilk
Benim içime işleyen ne sensin ne de bendeki değişiklik
Sadece alışkanlık benimki
Şimdi sen de kat götür beni rüzgarına adını da koy: "sensizlik"

Vardığında haber verme bana
Bana bahşedebileceğin tek hediye
Seni benden uzaklaştırmak olacak netice
Bana öyle bir koz ver ki görmesin seni gözüm hiçbir yerde

Ben istemedim gelmeni
Kendi ayakların getirdi
Önüme kadar uzanan yolun yanlış şeridindesin
Elime bir koz ver ki gönderebileyim seni geri

Hiç var olmamış gibi yok ol şimdi
Gözümü açtığımda gitmiş ol
Ne sen sor bir şey ne de ben göstereyim içimdekileri
Sen bana bir koz ver yeter ki aklımdan silip sökeyim getirdiğin esintiyi



Beynimle Çekişmelerde

Kafamda hiçbir şey olmasın istiyorum. Bomboş olsun kafamın içi, hiçbir şey düşünmeyeyim. Çünkü biliyorum ki, düşünürsem takıntı yaparım ve gece gündüz aylarca çıkmaz o kafamdan. Çok kötü bir özelliğim var benim. Geçen zamana ayak uyduramıyor hafızam. Eskiyle yeniyi ayıramıyor. Eskiden nasılsa yeni hali de o şekilde devam edecekmiş gibi düşünüyor. Böyle olmayınca da bocalıyor haliyle. Alışkanlıklarımdan kopamamamın da büyük etkisi var bence bu özelliğimin üstünde. Çok kötü, çok yorucu bir şey bu. Bazen aptallara özeniyorum. Bugünden ötesini, bir dakika sonrasını düşünemeyenlere gıpta ediyorum bazen. Kafaları öyle rahattır ki onların, bulutların üstündeymişçesine rahattırlar. Bense bir şeyi düşünmeye başladım mı o rahatlıktan eser kalmıyor. Beynim düşündüğüm şeyi ıncık cıncık ediyor, deşiyor, irdeliyor, ters çeviriyor, düz yatırıyor, senaryolar yazıyor; bir türlü rahat bırakmıyor.Öyle yorucu ki bu durum; sanki fiziksel bir faaliyette bulunmuşçasına, kilometrelerce koşmuşçasına yoruluyorum, ağrıyor her yanım. Kıskanıyorum kafasında evirip çevirecek şeyleri olmayanları.Tam kafam duruldu derken beynim yine çıkarıveriyor karşıma beni yoracak, kendini uğraştıracak meşgaleleri. Boş duramıyor hiç. Etrafında bin türlü tilkiler dolanırken beni de alet ediyor oyunlarına. Kendisi kadar dinamik olamadığımı unutuyor her seferinde. Ben ne kadar dingin ve huzurlu bir hayat istiyorsam o da bir o kadar rahatsız edici, diken üstünde, bin türlü düşünceyle boğuştuğu bir hayat istiyor. Can atıyor kafaya takacak yeni şeyler bulabilmek için. Ben bir taraftan çekiştiriyorum düşünceleri kafamdan atmak için o bir taraftan içeri geri sokmaya çalışıyor. Dedim ya daha dinamik diye, galip geliyor benim yorgun düşmüş üşengeç kollarıma. Sakince sokuveriyor düşünceleri tekrardan içeriye. Sığmıyorlar artık içime. Açamıyorum hiç kimseye. Onlar içimde dolandıkça daha da sivriliyor üzerinde oturduğum diken. Beynim parçalara ayrılıyor bu sefer ne tarafa koşacağını hangi düşünceye zaman ayıracağını şaşırıyor. Haliyle bu da beni yoruyor. Kendi halindeyken ne de güzel anlaşıyoruz onunla halbuki. Uslu durmuyor bir türlü. Bin dereden su getiriyorum başıma üşüştürdüğü saçmalıklardan sıyrılabilmek için ama nafile. Rüyalarıma da tecavüze yelteniyor namussuz! Bırakmıyor bari uykumda rahatça dolanayım, bilinçaltıma da sızıyor içeri zorla soktuğu düşünceler. Rüyalarımda bin kat daha olmadık senaryolarla harmanlanıp, uyandığımda iyice şaşkına çeviriyorlar beni bu düşünceler. Huzurdan eser kalmamış zaten, bir de uykumdan oluyorum. Ne kadar süreceği belli olmuyor hiçbirinin. Bir başka düşünce gelene kadar kalıyor bazen. Bazen de senaryolar kurmaktan sıkılıyor beynim atıveriyor onu istila eden düşünceyi dışarı. O zaman rahat bir nefes alıyorum ve yeni bir düşünce sokmasın aklıma diye ona hiç ilişmiyorum. Ne zaman ki oynayacak başka bir oyun buluyor, tekrar üşüştürüyor saçmalıklarını başıma. Bu böyle kısır döngü gibi dönüp dolaşıyor, ucu bana dokunuyor. Sarf ettiğim efordan daha fazla yoruluyorum sonucunda da. Keşke diyorum bomboş olsa içim düşünmesem hiç, kurmasam. Kıskanıyorum kafası boş olanları, çok kıskanıyorum; boşluğun verdiği rahatlamayla huzura erip, havalarda uçarcasına yaşayanları.


Nedir Asıl Aşk?

Aşk: Mısır gevreğini kutusundan yemek
Aşk: Kahveyi içmeden önce burnuma gelen kokusunu içime çekmek
Aşk: Okuduğum bir kitapta beni gülümseten bir cümle
Aşk: Sadece arkadaşımla benim aramda olduğunu bildiğim küçük gizlilikler
Aşk: Nezle olduğum günün ertesi sağlıklı uyanmak
Aşk: Bir iki saat daha fazla uyumak
Aşk: Yorgun bir günden sonra koltuğa yayılıp boş boş televizyona bakmak
Aşk: Çok açken yediğim herhangi bir şeyin o enfes tadı
Aşk: Komik bir resim gördüğümde yüzüme yayılan gülümseme
Aşk: Kendime göre önemli bir işi hallettiğimde içimdeki ferahlama
Aşk: Fırındaki yemeğin piştiğini haber veren "çinn" sesi
Aşk: Rengini çok beğenerek aldığım ojeyi ilk sürdüğüm an
Aşk: Benim esprim nedeniyle olduğunu bildiğim bir kahkaha
Aşk: Ayakkabı vurduktan sonra eve adım attığım an
Aşk: Sokakta şirin bir kediyi sevdiğimde hissettiğim mutluluk
Aşk: Sonuç rezalet dahi olsa kendi emeğim sonucu ortaya çıkardığım herhangi bir eser
Aşk: Küçüklük fotoğraflarıma baktığımda yaşadığım hüzün-sempati karışımı burukluk
Aşk: Ertesi günün tatil olduğunu bilmenin huzuruyla geç daldığım uykular
Aşk: Tek bir günün (doğumgünümün) bana ait olduğunu bilmenin hazzı
Aşk: Bozuk olan moralimi anında düzelten şipşak aışverişler
Aşk: Güzel çıktığım bir fotoğrafa bakmak
Aşk: Beğendiğim bir filmden çıktıktan sonra yüzümde oluşan tebessüm
Aşk: Yatağa yattığım anda sıcacık yorganı ve yastığın soğuk tarafını hissettiğim an
Aşk: Cüzdanımdan bozuk para çıkınca duyduğum mutluluk
Aşk: Güzel bir şarkıyı bıkana kadar dinlemem
Aşk: Kendimden zaman zaman şikayet edip zaman zaman kendimi övmelerimdeki kendini tanıma duygusu
Aşk: Susadığımda kana kana içtiğim suyun verdiği tat
Aşk: Buzdolabında sevdiğim yemeğin olduğunu görmem
Aşk: Çikolatanın ağzımda yayıldığı an ve geride bıraktığı lezizlik

Ve daha niceleri...
Bence bunlardır asıl aşk. Diğeri gibi kuvvetli olmayabilir belki daha kısa süreli de olabilir ama asıl aşk gittiğinde bunlardır elimde kalan. İstediğim zaman yaratabileceğim, anlık da olsa diğerinden çok daha mutluluk verici, çok daha basit, çok daha sade...





Öteki Yüz

Neşeli olmak bazen çok tehlikeli olabiliyor. O anın hevesiyle olmadık şeyler yapabiliyor insan. Karamsarlıkla aşırı bir enerji patlaması arasındaki dengeyi tutturabilmek gerekiyor. Tutturamayanın vay haline. Anlık kararlar ve duygu patlamalarıyla hareket eden biri olarak "öfkeyle kalkan zararla oturur" sözünün tam tersini de yaşamak mümkün. Hatta an meselesi. Duyguları kontrol altına almak bazen çok tehlikeli bazen de çok faydalı. Yeni  yeni yürümeye başlamış bir bebeğin heyecanıyla harekete geçen duyguları zapt etmek çok güç olabiliyor bazen. İçinizde neşe yeşerirken dışarıda karamsarlık rüzgarları hakim olabiliyor. Dertlerin en dibinde yüzerken aslında ortada hiçbir neden olmayabiliyor. Bir an kendinizden nefret ederken bir dakika sonra dünyanın en güzel olayı vuku bulabiliyor.
İnsanın kendini tanıması aşamalı bir durum. Dikenli yollardan geçmek de gerekebiliyor, pamuk şekerlerin üstünde sarıp sarmalanarak da tanıyabiliyor insan kendini. Şimdi baktığımda geçmişimle bir yabancıyım sanki. O başka birisi ben başka biri. Selam ediyorum sessizce; anlayamadığım, tanımadığım başka bir "ben"e. Şimdi olsa yapmazdım dediklerimi yine olsa yine yapacağımı biliyorum içimde. Aynaya baktığımda tanımadığım bir yüz karşılık veriyor bana. Arkamı dönüyorum o üçüncü tekil kişiye, tanımazlıktan geliyorum. Ertesi gün tekrar baktığımda yine büyümüş, yine değişmişim. Eski günleri arar oluyorum. Her geçen an bir önceki anı biraz daha özlüyorum.İşte bu anlarda yaşanan duygu patlamalarına vuruyorum zinciri. Kendimi tutuyorum bir başka bene yaklaşmasını, onu tanımasını engelliyorum.
"Anlamadığı şeyden korkar insan. Korktuğu şeyi de ömür boyu anlayamaz." Bu bir kısır döngü işte. Tanımak istedikçe daha da yabancılaşıyor insan kendine. Temkinli olmakta fayda var ama yine de bilmezlikten gelmek en güzeli. Çok irdelemek, deşip durmak faydalı olmuyor her şeye. Yanındakini karşına almaktan başka olanak sunulmuyor her seferinde. O yüzden yüzeysel her şey, o yüzden sorgusuz sualsiz kabul ediyoruz çoğu şeyi. Çünkü irdelersek, yüzleşirsek elimizden kayıp gideceğinden korkuyoruz. Farkındalık acı verse de saklambaç oynadığımız sığınaklardan çok daha güvenli aslında. Bir dolu yalanla beraber yürümektense, çok geç olmadan gördüğümüz gerçeklerden topuklarımızı arkamıza vura vura kaçmak daha mantıklı, daha faydalı daha temkinli, daha daha... Çünkü ne kadar kaçsak da o farkındalık, o gerçek hep içimizde. Tanımadığımız aynadaki yüz de yalanlarla yürüdüğümüz zamanları hatırlatıyor bize. Şimdiyse o zaman bilmediğimiz gerçekleri bilen gözümüzle bakıyoruz o üçüncü tekil kişiye, "Ne kadar da salaksın" diye. İşte bu salaklığın içimizde olduğunu bilmek rahatsız ediyor bizi. Tanımadığımız o yüzün ,öteki yüzümüzün, içimizde bir yerlerde barınan bir parçamız olmasından rahatsızlık duyuyoruz aslında. İçimizdeki en saklı bahçeler sadece bize özel. Değil başkalarının, kendimizin bile oraya girmesine izin vermiyoruz. O kapının gizli anahtarı nerede meçhul, asla açılmayacak bir Pandora kutusu barındırıyoruz derinlerde.
"Bir ben var benden öte" sözü de tam burada hayat buluyor işte:

Bir ben var benden öte bende,
Benliğimi kapladın her şeyinle

Ama bir ben var ki benden öte bende,
Ulaşılmaz derin bir yerlerde.

Bir ben var benden öte bende,
Çözümsüz matematik problemi misali

Bir ben var benden öte bende,
İstesen de giremezsin içeriye.

Bir ben var benden öte bende
Girsen de içeri çözemezsin o beni

Ben bile çözemedim ki o
Benden öte beni...




Kararsızlıklar

Kayboldum kararların arasında
Kararsızlıkların kenarında dolanıp duruyorum
Karar vermekle verememek arasında
Gidip gidip geliyorum

Zor mu? Çok değil
Kolay mı? Hiç değil
Şimdi ya da hiç
Püf noktası buradaki zamanlamada

Fikir değiştirirsen oyun biter
Çabuk karar ver ya da hiç bir şey söyleme
Ya şimdi ya değil
Şimdiyse söyle ya da hiç bir şey söyleme

Kararın ağırlığının altında ezileceksen
Hiç bu yola girme
Girmeye teşebbüs bile etme
Şimdi ya da hiç
Ya söyle ya da karar verme sus ebediyete.

5 Ekim 2012 Cuma

Kopya Moda

Aslında hepimiz modaya ayak uydurmak adına birbirimizin kopyası oluyoruz. Her dönemin, her yaşın kendine  göre bir "raconu, kılık kıyafeti" var. Örneğin liseye ilk girdiğimde herkesin ayağında olan beyaz Converse'leri gördüğümde çok saçma bularak, asla bu şekilde kopya modayı uygulamayacağımı düşünmüştüm. Bir sene sonraysa herkesin giydiği kıyafetlerin içinde buluverdim kendimi. Kısacık eteklerin altında dize kadar çekilen siyah çoraplarla uygulanmalıydı bu moda. Üstelik yepyeni Converse'ler itinayla pisletilir, eski bir görünüm vermeye çalışılırdı. Bir ara "kıçlık" diye tabir edilen kesik bluz altları ya da çarşaf gibi uzanan dar tişörtler modaydı. Herkes neredeyse eteğinin bittiği yere kadar bu "kıçlıklardan" takardı. Şimdi düşündüğümde herkesin yumurta popo gibi göründüğü bir modaymış. Sonradan aşırı bol giyinme modası ortaya çıktı. Hani çuval giyse yakışır derler ya, çuval giyse bile yakışacak güzellikteki insanları bile çirkinleştiren, erkek reyonlarından alınma yorganımsı bollukta tişörtler, sweatshirtler peydah oldu herkesin üzerinde. Belediye dağıtmışçasına herkesin kullandığı bir diğer moda da Blackberry'di. 2009 sıralarında mantar gibi yayılmaya başlayan bu tehlikeli ve bağımlılık yapıcı aleti uzun süre kullanmayı reddetsem de, sonunda ben de içimdeki "herkese uymalıyım modası" canavarını içimde tutmaktan vazgeçtim. Biraz meşakkatli de olsa bu modaya da ayak uydurdum. Tabi ki moda ortaya her zaman korkunç şeyler çıkarmıyordu. Bazen "herkeste varsa ben de almalıyım" anlayışının dışında da güzel görünen şeyler vardı piyasada. Ayı patisi gibi görünen Ugg'ları da unutmamalı. Güzel olmasa da yararlı modaya örnek olarak verebileceğim Ugg'lar, her ne kadar kaba dursa da, çok güzel ısıttığı yadsınamaz bir gerçek. Liseden sonra modası geçen ve gözden düşen Converse'lerin yerini Keds'ler ve Superga'lar aldı. Herkesin kopya gibi uyguladığı ancak aynı zamanda güzel de olan bir moda daha... Keds ve Superga'yı da ezici çoğunlukla geçen Toms'lar da kadın erkek demeden ayaklarda yerlerini aldılar. Üzücü olansa, yakışan yakışmayan herkesin giyimle ilgili modaya saldırmasıyla göz zevkimizin feci şekilde bozulması. Zamanında herkesin büyük bir coşkuyla abandığı Msn furyası son buldu ve Twitter'ın yaygınlaşması, Facebook'u bile solladı. Çok gereksiz diyerek eleştirenleri bile kendi içine çeken Twitter, bağımlılık yaratarak birinciliği kimseye kaptırmadı. Daha sonra güzelim Lap top'ların da pabucu dama atılarak bir İpad modası başladı. Telefonun kazulet versiyonuyla lap top bozması arasında bir yerlerde dolanan bu alet, son zamanlarda en çok kullanılan teknolojik aletler arasında. Neyse ki ihtiyacım olmadığı gerçeğini unutup, herkeste olan şeyi alma hastalığına bu konuda kapılmadım. Emektar Blackberry'leri de çabuk unutan zamane gençliği, son zamanlarda İphone 5 furyasına kapılmış durumda. Hele bazıları var ki, İphone olması değil en son çıkan model olması çok daha önemli onlar için. Gidilen çoğu mekan da aynı şekilde kopya modaya ayak uydurma amaçlı. Daha burada aklıma gelmeyen çoğu şey gibi... Tabi ki ihtiyacı olduğu ya da sadece beğendiği için bu modalara ayak uyduranlar da yok değil. Ancak bu durum herkesin sürü gibi kopya mıodasının peşinden gitmesini engellemiyor. Ve çoğu benim gibi düşünen kişiler de istisnalar dışında tükürdüğünü yalamakta. Günün birinde herkesten farklı olanların da dışlanmadığı bir moda anlayışının var olmasını diliyorum...

Küçükken Daha mı Mutluyduk?

Küçükken daha mı mutluyduk? Bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var o da insanoğlunun -doğası gereği- hep elinde olmayana özendiğidir. Küçükken büyümek isteriz ama büyüdükten sonra o çok arzuladığımız şeye ulaşır mıyız? Bilinmez. Küçüklük her zaman daha masum, daha saf görünmüştür benim gözüme. İnsan içinde bulunduğu zamanın kıymetini bilmez. Zamanı ya geri almak ya da ileriye sarmak isteriz hep. Ne zaman ki küçüklük fotoğraflarımıza bakıp hüzünleniriz, gözümüzde geçen zamanın damlaları birikir; işte o zaman büyümüşüzdür. Küçükken mutlu olmak her zaman daha kolaymış gibi geliyor şimdi. Halbuki o zaman da mutsuz olacak bir şeyler bulmuşuzdur istemsiz. Çocukça tutturmalar geçirmişizdir illa ki. Lakin şimdiki zamanın içindeyken geçmişteki hatıraların hep güler yüzlü perdesini hatırlar, sahne arkasındakileri atarız hafızamızdan.

Ne zaman ki eski fotoğraflarda artık mazi olmuş kişileri anılara sarıp sarmalayıp dolapların köşelerine ittiğimizi görürüz, işte o zaman başlar küçüklüğe özlem. İnsan ne kadar küçük olursa, beklentileri de o kadar küçülür. Hayat daha küçüktür, ulaşılamaz hedefler yoktur. Bizi koruyup kollayan sıcacık kollar vardır etrafımızda. Büyüdükçe bu sıcak kollar yok olur birer birer. Yürüdüğümüz yolda bize yanı başımızda eşlik edenleri yavaş yavaş arkamızda bırakarak ilerleriz. Arkamıza bakıp artık bizimle yürüyen kimsenin kalmadığını gördüğümüzde başlar küçüklüğe özlem. Bu zamana kadar hiç aklımıza gelmeyen anılar üşüşmeye başlar birden. Her yerden türeyen bu özlem buram buram eskilik kokar. Antika şeyler hep daha kıymetlidir ya gözümüzde, şimdiki zamanın değeri de bu yüzden geçip gittikten sonra anlaşılacaktır.

İnsanoğlu sever ardına dönüp bakmayı. Bir zamanlar memnun olmadığı ancak sonradan orada olmayı hayal ettiği geçmişe bir selam çakar acılı gözlerle. Zaman ne geri gelir artık ne de büyümek tersine işler bu saatten sonra. Elde sadece güzel günlerin hatırası kalır. Henüz elimizdeyken gideceklerini bilmediğimiz hayaletler, bu buruk özlemle el ele verip bize geçmişe çağrı yapar. Ancak ne yapsak nafile. Kimse yakalayamaz geçen zamanı, elini tutamadan kayar sessizce. Bizde kalansa sadece bölük pörçük hatırlanan kırıntılarla, eski resimler olur bir köşede...

3 Ekim 2012 Çarşamba

Sen mi O mu ?

Bir ona bak bir kendine,
Yarışabilir misin ki?
Ondaki güç var mı sende?
Işıldar mısın kalabalığa girince sen de?

Ondaki berraklığa sahip olabilir misin?
Sen de onun gibi kendini fark edilir kılabilir misin?
Senin çöllerinde solarken en güzel çiçek,
Onun arka bahçesinde hayat buluyorsa, bu duruma alışabilir misin?

İnsanların korkulu bakışlarından kurtulabilir misin hemencecik, giderebilir misin endişeleri?
Isıtabilir misin en karanlık düşleri?
Doğabilir misin güneş gibi kederlerin en dibine?
Söyle sen de olabilir misin onun gibi?

14 Eylül 2012 Cuma

Görünmezlikler

Yeryüzünde bazı insanlar vardır varlıklarından bile haberimiz olmaz. Görünmezdirler sanki. İlk akla gelen olmayı bırakın, son sıradan bile dahil olamazlar listeye. Dış kapının dış mandalıdırlar. Gerçi bu duruma kendilerini getiren de yine onlardır. Görünmez olmayı onlar seçmişlerdir istemeyerek de olsa. Farkındalık yaratmadan geçip giderler hayatımızdan. Onların söylediği sözler su olur, akıp gider kulaklarımızdan. Hareketleri sis olur, uçar gider gözümüzün önünden. Gösterdikleri çaba sessiz film kadar etki bırakır bizde. İstemsizce gördüğümüz ama anlayamadığımız bir paradoks gibi...

Görünmezliğin verdiği kompleksle bu durumun acısını en çok görünmeyi istediklerinden çıkarır bu kişiler. Onları görmeyenleri cezalandırarak kendilerini görünür kılmayı denerler. Bilmezler ki görünemedikleri kişileri kendilerinden daha da uzaklaştırırlar böyle davranarak. Görünmeye harcadıkları çaba, görülmemenin verdiği acıyı üstlerinden savurup atmaya yönelince; zavallıca çırpınışlarla daha da yalnız kalırlar. İçinde boğulmakta oldukları insan havuzunda boş kulaçlar attıkça yerlerinde saymaya devam eder hatta daha da gerilerler.

Hayat bu kişileri acımadan yutar girdabında. Kasırgasına katıp çiğner, öğütüp tükürür hunharca. Görünmeyen birinden geride kalanlar da içi boş bir kabuk olabilir anca. Bu evrimden geçtikten sonra daha da hırçınlaşan görünmezler, boğuştukları okyanusları ve içinde savruldukları kasırgaları birer güç göstergesi kabul eder, başlarından geçmiş birer macera olarak etrafa yayarak görünürlük kazanmaya çalışırlar. Ama ne yapsalar nafiledir. Anlattıkları badireler birer badire değildir. Çünkü badireler hep atlatılır ancak bunlar görünmezlerin asla yenemediği, içlerinde kayboldukları felaketlerdir sadece.

3 Eylül 2012 Pazartesi

Kibirli Yaratıcı ve Eserleri

Sadece sana ait olan bir şey ne kadar güzeldir. El emeğin göz nurun, senin ürünündür o. Çocuğunmuş gibi korur, saklar, onunla iftihar edersin. Başkaları kötülediğinde kabul etmek istemezsin eleştirileri, "Kargaya yavrusu kuzgun görünür" misali. Onu sen yaratmışsındır, senin elinden çıkmadır. Kafa patlatmışsındır, süslemiş püslemiş insanların huzuruna sunmuşsundur. Senin gözünde o, küçük ama kendi alanında başarılıdır. Hep sana muhtaçtır aynı çocuğun gibi.

Onun sen olmadan var olamaması gibi senin de ona ihtiyacın vardır. O senin kimliğindir bir nevi. Seni tanımlayan, dışarıdakilere tanıtandır. Kapasitenin boyutlarını gösterendir. Yanlış ya da doğru anlaşılmanın, kafandakini anlatmanın ya da bambaşka yönlerinin görülmesinin sebebidir o eser. Onu sen tek başına dünyaya getirir, büyütür, özenle yetiştirir, nitelendirirsin. Başta kendine sakladığın bu küçük eserini; zamanla büyütür, yayarsın. Herkesin görmesi için dükkanındaki vitrinin en afili köşesini ona ayırırsın. Sen emekle yarattın ya onu, sana çok güzel gelir ya hani, başkaları onun doğuş hikayesinin öncesini bilmez, hakettiği değeri veremez ona. Senin beslediğin sevgiyi, hayranlığı besleyemez ona karşı. Sen de koruma içgüdüsüyle eserini haketmeyenlerden sakınırsın. Koruduğunu zannedersin ama aslında kötü yönlerini ortaya çıkarmasına yardım edersin. Gözünü kapatıp onun bir şaheser olduğu yanılgısına kapılırsan eğer bundan sonra yarattığın eserlerinin hiçbirini kimseye beğendiremezsin. Çünkü senin gözün yarattıkların tarafından kör edilmiştir artık. Onların güzelliğinin parıltısıyla gözlerin kamaşmıştır. Sana ait olmalarının verdiği zevkle kulaklarını kaparsın bütün olumsuz darbelere. Ama o darbeler gün gelir kulak zarını patlatmanın bir yolunu bulur engellemeye çalışsan da.Neticede eserlerin bir amaç için yaratılmıştır. Onları her zaman güzel gören birinin vitrininde tozlanmaları; onların doğasına, yaratılma amaçlarına aykırıdır.

Yaratıcılarının gözünün kör olmasıyla dışarıyla ilişkileri kesilen eserler, unutulurlar birer birer. Asıl haketmedikleri sona o zaman kavuşmuş olurlar işte. Yaratıcılarının kibri ve onlara olan sevgisinin fazlalığı nedeniyle değerlerini kaybetmişlerdir. Kibirli yaratıcı da sonunda onlardan vazgeçer. Çocuklarını bırakıp giden bir annenin pişmanlığıyla çaresizce pes eder ve bırakır eser yaratmayı. Verilen emeğin tatlı sarhoşluğu, emeği görmesi gerekenlerin ve emeğin hakettiği değerin kaybedilmesine yol açar. Böylece başarısız olduğunu düşünen yaratıcı zamanında gözlerini kapattığı eleştirilerin varlığını arar olur.

İşte bu yaratıcı; belki de vitrinlerin en ışıklısını, en şaşaalısını hakedecek değerde eserler yaratabilecekken, aşırı korumacılık ve kibir nedeniyle o eserleri daha doğmadan ebediyen karanlığın dibine gömülmeye yollamış olur.

1 Eylül 2012 Cumartesi

Hadi Bana Eyvallah

Bu dünya bana bir beden büyük geldi
Hayal dünyalara saklanmaya gidiyorum
Sahip olduklarımı beğenmedim
Alternatif bir hayata kaçıyorum

Çok geç olmadan ayrılmalıyım
Kapı kapanmadan ulaşmalıyım
Çok düşündüm bu işe kalkışmadan
Ben buradan sıvışmalıyım

İçinde bulunduğum beden bana ait değil
Bu düşünceler benim değil
Beynimle işbirliği içinde değilim artık
Şimdi kalıp dayanacak zaman değil

Değişmekten korkmuyorum
Aksine bunu istiyorum
Sıkıldım artık aynı yüzlere bakmaktan
Aynı sahteliklere aynı yalanları uydurmaktan

Rol yapmak ağır geliyor artık bana
Kimliğimi deşifre etmenin zamanı
Lakin bu dünyada yapamam bu açılımı
Sindiremedim, uyamadım ben bu kalıba

Düzenden çıkıyorum
Bilindik yoldan sapıyorum
Hadi bana eyvallah
Ben artık uçuyorum

Ormanın Derinliklerinde





Derin o güne kadar kavga dinlemekten o kadar yorulmuştu ki artık kavga çıkarmayı bırak kavga yoluna giren bir kavşak görünce arkasına bakmadan kaçıyordu. Doğduğu günden beri kavgalara gönülsüz hakemlik yapmıştı. O kadar çok kavgaya şahit olmuştu ki hangi safta duracağını bile bilemiyordu artık. Gerçekliğini kaybetmiş, haklı olma kavramının anlamını yitirmişti. En fenası da izlediği kavgaların hepsinde haksız olan karşı tarafa itilmesiydi. İster suçsuz olsun ister suçlu izlemeye mahkum olduğu bu kavgaların içinde buluyordu kendini. Bazen kavgayı başlatan, bazen de başlatan kıvılcımı çakan kişiydi hep. Yorulmuştu, takatsiz kalana kadar koşmuş gibiydi. Uzaklaşmak istiyordu, bir daha dönmemek üzere gitmek, yok olmaktı niyeti. Gözlerini kapatıp bağırış çığırışlar arasından huzurlu sığınağına ışınlanmayı beklerdi her seferinde.

...............................................................

Gözlerini açmadan önce kuş cıvıltıları duydu. Daha çok bir vadinin üstünden geçen kuşların sevinç çığlıkları gibiydi bunlar. Ferahlatıcı havayı içine çekti. Gözlerini açtı ve sevinçten birkaç damla gözyaşı kaybetti. Etrafı gökyüzüne kadar uzanan yemyeşil ağaçlarla doluydu. Bastığı toprağın taze kokusunu, koruyucu dokunuşunu benliğinde hissediyordu. Birden esen rüzgarla ürperdi ama tatlı bir ürperişti bu. Ormanın ona
-"Hoş geldin" deme şekliydi.
Kurumuş dalların ve yaprakların ayaklarının altında çıkardığı çıtırtıları dinleyerek yürümeye başladı. Burası o kadar bereketli bir yerdi ki yedi kuraklık da geçirse yedi istilaya da uğrasa yıkılmaz dururdu dimdik ayakta. Ağaçlar onu sarmalamış, geldiği yerin huzursuzluğunu üstünden çekip ormanın dışına atıyorlardı.
-"Artık güvendesin. Oraya bir daha geri dönmene gerek yok" dediler.
Hiç özlemeyeceğini bildiği o cehenneme bir daha dönmek zorunda olmadığını onlardan duyunca daha bir emin olmuştu sanki. Sevinçten ne yapacağını şaşırmıştı. Bunca yıllık kendini sıkmadan sonra sonunda kendini koyvermenin, gerçek anlamda rahatlamanın, bir sonraki kavga ne zaman patlak verecek korkusuyla tedirgin yaşamamanın tadını almaya başlıyordu. Çok güzeldi. Dünyadaki her şeye bedeldi bu his.

Derin ilerlemeye devam etti. Sanki orman ona yolu gösteriyordu. Uzaktan devasa bir ağacın, ortadan ikiye yarılmış gövdesinde sarıp sarmaladığı bir şey olduğunu gördü. Yaklaşınca bunun bir ev olduğunu anladı. Ev odundan yapılmıştı ve küçüktü. Yine de onu kaplayan ağaca sığabilecek kadar büyük. İçinden bir ses içeri girmesini söyledi ve sanki ona tüm yol boyunca rehberlik eden ağaçlar uzun dallarıyla onu yavaşça kapıya doğru ittiler. İçeri girince hiçbir şeyin dışarıdan göründüğü gibi olmadığını anladı. Derin'in içini bir sıcaklık kapladı.

...............................................................

"YETER! BIKTIM!"
Bir anda neye uğradığını şaşırdı. Odun evde değildi artık. Ömrü boyunca içinde olduğu bağırışmaların koynuna atılmıştı tekrardan. Halbuki ormanın benliğine uyum sağlamıştı. Kendisini düşman bellemeleri için hiçbir harekette bulunmamıştı. Neden onu tekrar bu cehenneme yollamışlardı ki? Biraz önce huzur ve sevinç nedeniyle akan yaşlar şimdi acı ve çaresizlikten dolayı akıyordu gözlerinden. Karşısında kavganın kahramanları olan annesiyle babası belirdi yeniden. Birbirlerine öldürmeye istekli bir şekilde bakan gözler, hiddetle havada uçuşan eller, küfürler, hakaretler...

Tam o anda bir elin kendisini bluzundan çektiğini hissetti. Korkunç bir sarsıntı, deprem düşüncesini aklına getirdi. Ölümle de olsa sonunda kurtuluyordu işte buradan. Onu bu ortamdan uzaklaştıracak bu ızdırabı bitirecek her şeye razıydı. Gözlerini kapadı, hazırdı... Birkaç dakika geçmesine rağmen hiçbir şey olmadı. Sarsıntı da kesilmişti. Gözlerini açtığında kendini tekrar odun evde buldu. Sevinçten çığlık attı. Neler olduğunu anlayamıyordu ama anlamak da istemiyordu. Demek ki çaresizliği ve acısı buraya geri gelmeye layık görülmesi için yeterli gelmişti. Bir daha asla geri dönmeyecekti. Sıkı sıkı tutunacaktı buraya.

...............................................................

Ev tam hayallerindeki gibiydi. Zaten buraya gelmesi bile hayal kadar güzeldi. Salondaki pencerelerin manzarası ormanın derinliklerindeki gizemli bilinmezliklerdi. Pencerelerin tam ortasında sevimli bir şömine vardı. Şöminenin iki yanında da yumuşacık tek kişilik koltuklar duruyordu. Salonun tam ortasında açık mutfak vardı. Tezgahın kenarına üç küçük sandalye iliştirilmişti. Her şey eve uyum sağlamıştı. Demode değildi ancak sırıtmıyordu da. İnsanın ait olduğu yeri kendisinin değil, ait olduğu yerin onu seçtiğini düşündü o an. Burada günlerce yaşayabilirdi. Hatta aylarca, yıllarca, asırlarca...

Buzdolabını açtı ve donmuş hazır yemeklerle doldurulmuş olduğunu gördü. Bu kadarı da fazlaydı. Sanki biri onu bekliyor gibiydi. Ama burada ondan başka kimse olamazdı, bu imkansızdı. Dolaptan beyaz şarap çıkardı ve mikrodalgaya hazır pizzayı koydu. Hava serinlemeye başlamıştı. Bunu düşünmesiyle arkasını döndüğünde şöminedeki ateşin çıtırdağını duyması bir oldu. Burası gerçekten de hayallerinin eviydi. Evin ikinci katını gezmeye karar verdi. Burada bir tuvalet, bir yatak odası ve çalışma odası vardı. Çalışma odasının köşesinde, içinde birbirinden değişik kitapların olduğu zengin içerikli bir kitaplık konuşlanmıştı. Burada gerçekten de kendini kaybedebilirdi. Bir süre kitapları inceleyip aralarından en çok ilgisini çeken birkaç tanesini aldıktan sonra yatak odasına girdi. Burada çift kişilik, tepesinde tül bir cibinlik olan kibar ve rahat bir yatak vardı. Daha görür görmez uykusunu getirmişti bu yatak Derin'in. Ama uyumayacaktı. Hem bu evin, yıllar sonra bulduğu ve yeni yeni tatmaya başladığı huzurun tadını çıkarmak için hem de uyursa rüyalarında yine kabusu olan şeyleri görmekten ve o kabusun içine geri çekilmekten korktuğundan yenilmeyecekti uykuya. Şimdi değil.

Her şey çok güzeldi. Hava kararmaya başlamıştı. Perdesiz pencerelerden görünen manzara yavaş yavaş görünmez oluyor yerini kör karanlığa bırakıyordu. Yine de korkmasına gerek yoktu Derin'in. Burası onun yuvasıydı, sığınağıydı artık. Kaçmak istediği cehennemden onu kurtarıp huzur ve güven vaat etmişti ona. Daha fazla uykuya direnemeyince yukarı çıktı ve kendini göründüğünden de rahat olan yatağa attı. Üstündekileri çıkarmaya bile gerek görmemişti. Kısa süre sonra da uykuya daldı zaten.

...............................................................

Üşüyordu. Ormanın derinliklerinde yürüyordu. Her yer kapkaraydı. Göz gözü görmüyordu. Karanlığa bir de sis eklenmişti şimdi. Uzakta bir karaltı görür gibi oldu. Karanlığın içinde başka bir karaltı. Bu bir insan silüetiydi. Biraz daha yaklaşınca elinde tüfeğiyle babasını gördü. Diğer elinde de bir şey tutuyordu. Yamru yumru sallanıp duran bir şey. Daha iyi görebilmek için gözlerini kırpıştırdı. Bu bir insan kafasıydı: annesinin kafası. Korkudan açılmış gözlerle bakıyordu Derin'e. Saçları kana bulanmış, alnına yapışmıştı. Babası pis bir sırıtışla
-"Gününü gösterdim işte ona. Sıra sende!" dedi.
Korkudan bir iki saniye yerinden kımıldayamayan Derin birden koşmaya başladı. Peşinden gelip gelmediğini bilmiyordu ama arkasına bakmadan koştu. Güvenli sığınağını arıyordu. Tükenmek bilmeyen yolun sonundaki ve ne kadar koşarsa koşsun ulaşamadığı sığınağını...

...............................................................

Ter içinde uyanınca rüyasının bile ne kadar korkutucu olduğunu ve evine daha doğrusu hiçbir zaman gerçek anlamda evi olmayan yere gitmekten ölesiye korktuğunu anladı. Orası onun için soğuk, karaktersiz bir bina olmaktan öteye gidememişti. Hava hala aydınlanmamıştı. Sadece birkaç saat uyumuş olmalıydı. Yatağından kalktı ve merdivenlerden aşağıya indi. Su içmek için mutfağa yöneldi ancak bir kapıya çarpınca durdu. Karanlıkta hiçbir şey göremiyordu. Birden bir ışık yandı ve her yer aydınlandı. Babası karşısındaydı. Artık ormandaki odun evde değildi. Rüyadan uyanmasıyla birlikte hayal de bitmişti.
-"Niye kalktın gece gece? Ne halt ediyordun bütün gün?"
Babasının söylediklerine kulak asmayan Derin yaşadığı umutsuzluğu gizlemeye gerek duymadan su sürahisine doğru yöneldi. O sırada babası da bağırmaya başlamıştı. Her zamanki gibi saçma nedenlerden ötürü kavga çıkarıyordu. O anda bir şey oldu ve Derin'in içinde biriken kor ateşin kıvılcımı dışarı sızdı sanki. Midesindeki ani yanmayla eline geçirdiği sürahiyi babasının kafasına fırlattı. Elini kafasından akan kana götüren adam daha neler olduğunu anlayamadan Derin yolu yarılamış, odasına gelmişti bile. İçeri girip kapıyı arkasından kilitledi. Bir süre korkuyla bekledikten sonra bu sefer hiçbir şey olmayacağını, bir kereliğine kavga çıkmayacağını umdu. Ama tabii ki bu boş bir hayalden başka bir şey değildi.

Korkunç bir patlama sesiyle odasının kapısında büyük bir delik açıldı. Babası öfkeden delirmiş bir halde kafasındaki yarıktan akan kanla kıpkırmızı olmuş alnı ve elindeki av tüfeğiyle odanın ortasında dikiliyordu. Şimdi annesi de gelmişti odaya. Derin'e doğru yaklaşırken annesi ona engel olmaya çalışıyor, kolundan çekiştiriyordu. Hedefini şaşırmış bir robot gibi otomatik bir hareketle döndü ve tüfek patladı. Derin annesinin yerde yatan kanlı cesedini gördüğünde gözleri bu manzaraya mimlendi. O dakikadan sonra ne kapıya vuran endişeli komşuların seslerini ne ikinci patlama sesini ne karnındaki yaradan akan ılık kanı ne de yaklaşan siren seslerini fark etti.

Her şey olup bittiğinde aklında tek bir şey vardı: onu güvenli dallarıyla sarıp sarmalayan ağaçların olduğu ormanın derinliklerindeki odun ev. Asla ulaşamayacağı ve gerçek olamayacak kadar güzel olan bir tanecik hayali...

31 Ağustos 2012 Cuma

Zor Artık

İpleri eline almadın ya baştan
Zincirlerini kıramazsın artık
Baş düşmanın tükürdüğünü yalattı ya sana
Sırtı yere gelmez artık
Her seferinde korktun ya sonuna kadar gitmeye
İçindeki parçayı sökmeye
Resti çekip gitmeye
Bir daha zor isyan edersin artık
Atıp tuttun ya özgürlük, özgür irade diye
Kolaysa bunları sesli söyle
Pes etmekten yıkıldıysa duvarların
Şimdi ideallerini gerçekleştirmek zor artık

Sevilen Sevilgen

Sevgi bitmeyen bir şey değildir. Sevgi köreltilebilir. Sevmesini bilmeyen zalim ellerde buz kesip kırılır sevgi. Bazen uzaktan, hiç sahip olmadan severiz bir şeyi. Sadece hayalini kurarak bağlanırız. Bazen de onu tadarız, onu sevmenin nasıl bir his olduğunu anlarız öyle bağlanırız. Başta çok istediğimiz şeye sahip olamayınca, önce içten içe yanıp tutuşuruz, onu deli gibi isteriz. Sonra ona ulaşamayacağımızı anlar, daha azıyla yetinir, hayaline sarılırız. Yavaş yavaş sahip olamadığımız şey gerçekliğini yitirir gözümüzde.

Olmayan bir şeye bağlanmışız gibi gelir. Boşa kürek çektiğimizi, delirdiğimizi düşünürüz. Normal olma isteği kaplar içimizi. Başta sevme, sevdiğine sahip olma arzusu; zamanla ondan kurtulma isteğine dönüşür. Hatta sıkılırız onu sevmekten. Onu istemekten yoruluruz. Dikkatimiz başka yönlere kayar. Eski halimize dönmeyi bekleriz, onun varlığından haberdar olmadığımız zamanlara...

En sonunda sanki var olmamış gibi olur hayatımızda, aklımızda. Öyle ki, başkaları bahsedince hatırlarız bulanıkça. Ancak hiçbir zaman  o eski arzuyu hissedemeyiz içimizde. Bir zaman sonra başkalarının dilinden de duymak istemeyiz onu. İçimiz sıkılır duyunca ve hafızamızdan tamamen silinene kadar kazırız anılarını.

(DİPNOT: Bu yazıdaki "sevilgen" bir sevgili ya da kişiden değil, bizi kendine bağlayan herhangi bir şeyden bahsetmektedir.)

Güzele Bakmak Sevaptır

Ey güzel! Sevinirsin güzelsin diye
Bilmezsin kaç kulu sevindirdiğini gülüşünle
Yakarsın ne yürekleri yan bakışınla bile
Sen bilmezsin kaç kişi geceledi seni düşüne düşüne
Sen uçuşa uçuşa koşarken
Kaç bağır kahroldu peşinden 
Rüzgarın nefes, endamın gövde oldu nicelerine
Sen bilmezsin ama onlar bunlarla yetindi hiç şikayet etmeden
Sevinme, bu böyle sürüp gidecek değil
Elbet bir gün kuruyup tükenecek uğruna solan çiçekler
Ama yağmur durdu diye tohum kök salmayı bırakır mı hiç?
Bu canlar senden kolay vazgeçecek değil 
Yolun sonunda ardına baktığında 
Uğrunda eriyip gitmiş içi boş bedenler göreceksin
Ruhları kendilerini sana feda etmiş,
"Geride ne yıkıntılar bıraktım?" diyeceksin 

28 Ağustos 2012 Salı

Sanal Canavarlar

Facebook, Twitter, Tumblr, Blogger ve daha birçoğu...

Muhtemelen hepimiz bu ve türevi sitelerin müptelası olmuş durumdayız. Bilgisayarın ya da telefonun ekranına kilitlenmemiş, hipnotize olmuş gibi bakmayan ve her sıkıldığında ilgisi o tarafa kaymayan bir kişi bile bulmak epey zor. Değişiklik arayışıyla başlayan ve sigarayla alkol kadar kötü bir bağımlılık yaratan bu sanal ortamlar hepimizi esir almış durumda. Özellikle yaz aylarında veya yapacak bir işimiz olmadığında hemen kendimizi bu sanal canavarların kucaklarına atıyoruz. Onlar da bizi zehirli kıskaçlarıyla yakalayıp saatlerce bırakmıyorlar.

Kendi adıma; benim acilen elime kağıt kalem almam ve bilgisayarın klavyesinden yavaşça uzaklaşmam gerek. Bu durumun düzelmesi için ders çalışmak bile daha iç açıcı görünüyor. Çoğu zaman doğal, bu sanallıktan ve yapaylıktan uzak bir şekilde yaşamak istesem de telefonumu kapattığımda açmam en fazla bir saat, facebook hesabımı kapattığımda bir gün, bir sonraki tweetimi atmam da yine en fazla bir saatimi alıyor. Ekrana yapışıp kalan gözlerim sanki beynimden bağımsız hareket ediyor ve beynim "Ayrıl!" komutu verse de gözlerim başının dikine gidiyor ve söz dinlemiyorlar.

Sonuç: Kan çanağı olmuş gözler, uykusuzluktan morarmış göz altları, saatlerce aynı yere bakmaktan dolayı tutulmuş bir boyun ve bu sanal canavarlara tekrar kavuşmak için sayılan saatler.

Sabah kalkar kalkmaz yüzümüzü bile yıkamadan ve yatağa girdikten sonra uykuya dalana dek bu canavarlara göz atmadan duramıyor, onlardan kopamıyoruz. Olmayan bir dünyada yaşıyor gibiyiz. Her canımız sıkıldığında bu canavarlara sığınmak yaratıcılığımızı ve hayal gücümüzü sıfıra indiriyor. Geçmişte televizyon bile olmayan evlerde nasıl eğleniliyordu merak ediyorum doğrusu. Öyle ki; televizyon seyretmeyi çok seven, hatta bu uğurda daha üç yaşında gözlerini bozmuş olan ben, bu sanal canavarlarla karşılaştırıldığında televizyonun o kadar da eğlenceli olmadığını düşünmeye başladım. Teknoloji o kadar hızlı ilerliyor ki, geride kalan her şeyi büyük bir acımasızlıkla sonsuza dek kaldıkları yerde bırakıyoruz. İnternetten daha vizyona bile girmemiş filmleri izlemek varken televizyondaki dizilerin yeni bölümlerini bir hafta beklemek niye?

İnsanoğlu, artık yürümeyi bırakıp koşmaya başlamış olan teknoloji karşısında büyük bir açlık ve tatminsizliğin içine düştü. İnternet öyle bir yer ki kişilere her türlü imkanı sağlayarak onlara olmadıkları kişiler olma imkanı sunuyor ve yetersizliklerini örtme fırsatı veriyor. Hal böyle olunca da çoğu kişi bu sanal canavarların döl yatağına sığınıp oradan çıkmamak suretiyle gizlendiği yerden hayatını sürdürüyor. Ya da özendiği hayatı mı demeliyim? İnsanlar bütün işlerini internet üzerinden, oturur vaziyette halletmeye çalışıyorlar. İnsan ilişkilerinin zayıflamasını geçtim, duygular bile internet yoluyla ayaklar altına alınmış durumda. İnsanlar; üzüntülerini, sevinçlerini, aşklarını sanal ortamlarda sessiz haykırışlarla dile getiriyorlar. Alıştıkları bu durumun dışına çıktıklarında da afallayıp kalıyorlar. Gerçek ilişkiler kurmaktan yoksun olan bu kişiler gerçek hayatta da asla istedikleri şeyi bulamıyorlar. Daha da fenası ne istediklerini dahi bilmiyorlar.

Bu saatten sonra ne kadar istesek de yalın, doğal bir hayata sahip olamayız, var olan düzeni reddedip kendimizi dışlayamayız.

Maalesef toplumun gereklerinden biri de bu: "Ayak uyduramayan dışlanır."

Ancak demem o ki bu sanal canavarlardan ne kadar uzak durursak o kadar iyi. Bizi renkli şekerleriyle kandıran bu canavarlar;  çok geç olmadan kendimizi frenlemezsek, hayatlarımızda ve kendimizi ifade ediş şekillerimizde kalıcı hasarlar bırakarak bizi sıradanlaştıracak ve eminim ki; kimse kendisinin tıpa tıp aynısı insanlarla dolu, renksiz bir dünyada yaşamak istemez. Monotonluktan kurtulmak isterken kendimizi robotlaşmış bir dünyanın girdabında bulmadan önce, bu gidişata dur diyemesek de "Yavaş ol" diyebiliriz. En azından bu sanal canavarların gerçekliğin dışında olduğunu kendimize hatırlatarak, onlara çok bağlanmadan ve oyalanacak başka şeyler de bularak yaşayabiliriz.

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Dipsiz Kuyu

Kuyu dipsiz,
İçimdeki yaralar da öyle..
Dertler devasız,
Geride kalanlardaki hasarlar da öyle..

Ruhumdaki boşlukların hepsi kocaman,
Büyüdükçe büyüyorlar
Feraha çıkılmaz darlanmadan,
Beni darlayanlar şimdi yoklar

Hiç var olmamış gibi
Kum taneleri misali,
İnsanı yutan sellerin içinde
Kimseye dokunmadan yakan kor gibi.

Bir ayak çukurda,
Toprak ana hep başımızda,
Her yer karanlık.
Dipsiz kuyudur bu içinden çıkılmazlık.

Çıkmaz sokağa bir kere girdin mi,
Çıkış yolu kapanmıştır artık.
Kuyu dipsiz,
Rotalar silinir çaresiz.

Kuyuya düştüysen eğer,
Bulduğun ipuçlarını takip et vazgeçmeden.
Bir gün çıkarsın elbet,
Yolu bulabilirsen eğer..


Göze Batan Diken

Benim gözüme batan bir diken var ve bu diken hatalarından ders almıyor daha da kötüsü hatası olduğunu kabul etmiyor, kendisi suçlu olsa da suçu karşı tarafa atıyor, yani hem suçlu hem güçlü, müdanası yok, özür dilemeyi, alttan almayı ve fedakarlık yapmayı bilmiyor, vermeden almayı bekliyor, çocuk gibi küsüp işi uzatıyor, istediğini elde edemeyince içi boş tehditler savurup komik duruma düşüyor ve dünyadaki herkes ona muhtaçmış gibi davranıyor. İşte bu yüzden de bu dikenin her hareketi gözüme batıyor.

Bir an önce ondan kurtulmak, huzura ermek istiyorum. Ne onu tolere edecek sabrım, ne de mantıksız hareketlerini çekecek gerekçem kaldı ortada. Dengesizliklerinden yoruldum, başım dönüyor, sonunda ben kendi dengemi kaybedip yapışıyorum yere. Ama bu diken sağ gösterirken soldan vurup beni yine yere çakıyor. Düşene bir tekme daha vurarak sıfır anlayışla yola devam ediyor her seferinde. Ben de yattığım yerden düşünüyorum:
"Defalarca kalkıp, gözüme batan o bütün davranışlar nedeniyle, tekrar tekrar tökezleyip düşeceğimi biliyorum."

Ben gözüme batan dikenle kendimi bildim bileli uğraşıyorum ve çıkarmayı ne kadar istesem de hiçbir zaman elimi dikenin durduğu yere sokma cesaretini gösteremiyorum. Diken gözümün tam içinde duruyor ve ne zaman güzel bir şey görsem bu güzelliği perdeliyor. Eğer dikeni çıkarmak için elimi uzatırsam gözümün zarar göreceğinden korkuyorum çünkü istemesem de bu diken benim bir parçam. Canımı yaksa da, ondan kurtulmamın bedeli bir gözümü kaybetmem. Zaman zaman dikeni yavaşça dürtüyorum. O zaman dikeni sinirlendirmiş oluyorum ve o da benim gözümü kanatıyor. Ancak bir süre sessiz kalıyor ve ben de bu sırada gördüğüm güzelliklerin tadını çıkarıyorum. Fakat dönüşü çok gecikmiyor ve her geri geldiğinde daha sinirli, daha hırslı, daha yıkıcı oluyor. Etkilerini yıllardır üstümde hissettiğim bu diken her şeye rağmen benden sevgi beklediğini söylüyor. Ona inanmıyorum çünkü onu ezelden beri tanıyorum. Onu bir gün bile sevdiğimi hatırlamıyorum. İnsan ona zarar veren ve her seferinde verdiği zararın sonuçlarını bir bahanenin ardına gizleyen bir şeyi nasıl sevebilir?

Diken asla söz dinlemiyor. Onunla uzlaşmaya çalışanları geri püskürtüyor. Koruma adı altında bana da zarar veriyor ancak bunu asla kabul etmiyor ve gözümü terk etmeyi reddediyor. Çünkü aslında diken, benim gözümden, gördüğüm güzelliklerden, gözümden akan gözyaşımdan, güldüğümde parıldayan iris ışığımdan besleniyor. Ben olmazsam o da olmaz ve o olmasaydı ben de yaratılamazdım. Ben ona inanmıyorum o bana güvenmiyor. Halbuki onun bana güvenmemeye hakkı yok çünkü her şeyi başlatan oydu. Kendine olan güvensizliğini benim üzerimden örtmeye çalışıyor. Eskiden canımı yakmaması için gördüğüm şeyleri ilk onun huzuruna sunardım. Ancak zamanla anladım ki o, ona gösterdiğim hiç bir şeyi beğenmiyordu. Ben de vazgeçtim ve gördüğüm şeyleri kendime saklamaya başladım ve aramızdaki olmayan güven ve sevgi ilişkisinin son perdesini de yırtmış oldum.

Elbet bu dikenden bir gün kurtulacağım ancak o zaman geldiğinde gözüm için çok geç olmasından korkuyorum. Genç ve cıvıltılı, ama bir dikenin esaretindeki bir göze karşı; özgür ama çok geç kalınmış, artık katarakta yakalanmış bir göz... Tek tesellim, bir gün, gözüm için çok geç olmadan, o dikeni çıkarıp atacak ve beni bağlarımdan tamamen koparacak cesareti bulabilmem.

Bir sonraki görüşmemizde dikensiz bir bakış açısı dileğiyle...

26 Ağustos 2012 Pazar

Türkiye'ye Hoşgeldiniz

Havaalanında pasaport kontrolüne doğru yürürken ne kadar yorgun olduğumuzu fark etmiştim. Uzun bir yolculuk yapmıştık ama eve dönmenin, tanıdık bir dil duymanın heyecanıyla içimiz kıpır kıpırdı. Kuyruğa girdik ve sıramızı beklemeye başladık. Ağlayan çocuklar, yorgunluktan ayakta duramayan yolcular ve oradan oraya koşturan bavullu insanlar... Sonunda sıra bize geldi. Arkadaşım önden gitti. O geçince de ben camlı bölmeye yaklaştım. Esmer kara kuru bir kız "Türkiye'ye hoşgeldiniz!" dedi. Gülümsedim. Pasaportuma bakarken birden başını kaldırdı

"Türkiye'ye hoşgeldiniz. Burası çok güzel bir ülkedir. Turistlere çok sevecen davranılır, yardım edilir. Kendi insanına nasıl davranıyorsa Türkiye, turiste de tam tersi şekilde davranır. Onlara ziyaret süresi dolana kadar Türkiye'nin renkli dış ambalajı gösterilir. Ancak çoğu konuda dışı parlak içi çürük bir elma gibidir. İnsanlar birbirini yargılar. Önyargılar diz boyudur burada. Herkes aynı dinden, herkes aynı kökenden olsun istenir. Farklı görünen, farklı olan sevilmez.

Farklılar da dışlanmamak için kendilerini "aynı" göstermeye, herkesin taktığı kılıfa kendilerini uydurmaya çalışırlar. "Hepimiz Kardeşiz" sloganı burada sadece dillerdedir, eylemlerde değil. İnsanlar birbirini kıyafetlerine, sosyal statülerine göre yargılarlar. Avam kesimdensen içinin iyi olması fark etmez. "Merhaba"dan ileriye gidecek konuşmalara girilmemeye özen gösterilir ve hep mesafe korunur. Görünüşüne göre yargılanır herkes, altında yatan nedene bakılmaz. Burada kimse kimseyi dinlemez, herkes kendi sesini duyurmaya çalışır. Yükselmek için birbirinin üstüne basar insanlar. Kadınlara pek saygı gösterilmez. Saygın bir yere güç bela gelebilmiş olanlar da o saygın yerden indirilmeye çalışılır. Ciddiye alınmazlar, etkisiz elemandırlar. Ataerkil olan bu toplumda kadınlar çırak konumundadır. Erkeklerin işledikleri suçlar bile kadınlardan bilinir. Kadın biraz şık giyinse teşhirci olur, suçlanır; hakkını arasa olay çıkaran olur, dışlanır. Sokağa çıkarılmaz. Namus onu dışarı salandan sorulur. Samimi davransa laçka, hafif kadın olur; mesafeli dursa soğuk nevale olur. Kızın mı var derdin vardır bu ülkede. Kızını dövmeyen dizini döver.

Dişi köpek kuyruk sallamazsa erkek peşinden gitmez. Olayı başlatan hep kadındır. Kadın kapatılır, üstü örtülür, gizlenir, yok edilir. Kadın güçsüzdür, zayıftır, yüktür, kendini koruyamaz, bedenine sahip çıkamaz, gece geç bir yere çıksa yollu olur kurtulamaz. Kolay kandırılır, aptaldır bu ülkenin gözünde. Erkeklerle samimi olamaz tek başına da kalamaz. Dulsa temkinli yaklaşılır bekarsa sevgililer sakınılır. Bu ülkede namus kadın üstünden ölçülür. Sorumlusu erkek de olsa kadın kirletmiştir namusu, lekelemiştir anlı şanlı namı. Erkeğin hiç bir suçu yoktur, elinin kiridir. Kadınınsa bedeninin, bütün ailesinin kiri. Kadın evlenmeden biriyle beraber olduysa ayıplanır. Kız evlat eve geç kaldığında akla hep aynı kötü düşünceler gelir, sakınılır, "Aman ailenin adına leke gelmesin" denir. O aile belki hırsızlık dolandırıcılık yapmıştır, hak yemiştir ama ailenin adına lekeyi kız getirir gerisi teferruat.

Bu ülkede paran varsa varsın yoksa bir hiçsindir. Dalaverelerle bir yerlere gelenler el üstünde tutulurken alnının teriyle çalışanlar terfi bile ettirilmez. Yağcı kişiler güçlü kişiliklerin maşasıdırlar. Olayları örtbas edip insanların gözünü boyamakta kullanılan maşalardır bunlar. İnananlar körü körüne bağlanır. İnanmayanlar sevilmez. İnandıkları uğruna çabalayanlar bastırılmaya çalışılır. Yüksek otoritelerin kurbanı olan nice değerli insan vardır bu ülkede.

Vahşet, ajitasyon bu ülkenin en sevdiği şeydir. Futbol maçı uğruna canını veren, cana kıyan insanlar olmuştur. Küfür etmek delikanlılık belirtisidir sanki. Refleks gibi çıkar ağızdan ama tabii bu da erkeklere mahsustur sadece. Küfür eden bir kadın yakışık almaz. Hak aramak da yasaktır bu ülkede. Hakkını arayan aza tamah edip susmak zorunda bırakılır.

Ama yine de güzel ülkedir bizimkisi. Türkiye'ye hosgeldiniz!"

Neye uğradığımı şaşırmıştım. Bir çırpıda söylediği bu sözler evime dönmüş olmanın bütün heyecanını alıp götürmüştü ama yine de beynimde yankılanıyordu her bir kelime. Bir saat sonra bavullarımızı almış yemek yeme planları yapıyorduk. İşte biz de bu ülkenin birer vatandaşı olarak geç kavrayıp kolay unutmuştuk. Duyduğum sözlerin nedenini bile sorgulamadan unutmayı seçmiş, aklımdan burnuma kokusu gelen yemekleri geçiriyordum. Eve dönmek ne güzeldi. Hakikaten güzel ülke Türkiye...

19 Ağustos 2012 Pazar

Bayram Şekeri

Şu meşhur sözle başlıyorum yazıya: "Nerede o eski bayramların tadı?"

Yaşını başını almış insanların fi tarihinden önceki anılarını yad ettiği bu cümle bugün doğruluğunu bana ispat etti. Bir şeye sahipseniz, onun içindeyseniz yokluğunun nasıl bir şey olabileceğini tahmin edemezsiniz. Bugün anladım ki aile ilişkileri bitmiş. Bayram sevinci falan hak getire. Ben de başucuma konan bayram ayakkabılarının heyecanıyla uyumazdım ama günümüzde durum yine de vahim. Herkes kendi derdine düşmüş, bayram ziyaretleri; tatile çıkmayanların, birkaç aile büyüğünün evinde bir iki saat oturmasına dönüşmüş. Bu kadarını bile yapanlara şaşırmak gerek aslında ama bir şeyi yapacaksan ya tam yap ya hiç yapma görüşünde olduğum için bu tip ziyaretlerde durumun vahimliği, zavallılığı daha bir ortaya çıkıyor sanki.

Küçüklüğümden hatırladığım bir bayram manzarası:
Annemler, teyzemler, anneannem, annemlerin halası ve böyle sürüp giden kalabalık bir gurupla uzun bir masaya oturmuşuz. Yemekler yeniyor, sohbetler ediliyor, etrafta çatal bıçakların mekanik, ruhsuz ve acınası tıngırtısı değil, gülüşmelerin sesi yankılanıyor. Öyle yedi içti kaçtı misali bir iki saatlik oturmalar da değil bunlar. Öğlen gidildiyse hava kararıncaya kadar orada kalınıyor. Ailenin küçükleri arka odalarda maziden kalma eşyaları karıştırıyor ya da büyülenmiş gibi televizyon izliyor. Benim yaptığım her ne kadar anlamasam da büyüklerin sohbetlerini dinlemek, onların mimiklerini incelemek, neye güldüklerini irdelemek olurdu. Eve dönüldüğünde aklımda renkli anılar, yüzümde ufak bir tebessüm kalırdı.

Şimdiki manzaraysa şu:
Ya ölümün pençesine kurban gitmiş ya da kendilerini tatilin sıcak ve zoraki bayram kutlamalarından uzaktaki kollarına atmış kişilerin yokluğu nedeniyle, o kalabalık aileden yarıya inmiş kişi sayısıyla yemek yeniyor. Çoğu kişi anlamsız bir küslüğün esiri olmuş kendi akrabasına yabancı düşmüş ve bayram yemeğinin masasındaki yerlerini kaybetmişler. Bu masada yer bulanların suratları da mahkeme duvarı, gözler asla birbiriyle buluşmuyor, neşeli sohbetlerden eser kalmamış, duyulan tek ses ağız şapırtıları ve çatal bıçakların soğuk, tenekemsi tınısı.

O heybetli kalabalıktan arta kalanlar da birbiriyle konuşmamak için "blackberry" "iphone" lara can hıraş sarılmış, zoraki bir görev yerine getiriliyor. Bayram kutlamalarının yerini akıllı telefonlardan atılan toplu mesajlar ve "broadcast" ler almış. Gençler sanki ruhları emilmişçesine duygusuzca bu eziyetin bitmesini bekliyorlar. O hınzırca büyüklerin sohbetini dinleyen küçüklerden hiç bir iz kalmamış içlerinde. Harçlık verme formalitesi için bile el öpmekten kaçınılıyor, bir tebessüm çok görülüyor ve nihayet görev son bulduğunda yüzlerde bir rahatlama ifadesi beliriyor. O "nerede eski bayramların tadı?" diyerek iç çeken yaşlılardan geriye de gidenlerin arkasından hüzünle bakan üzgün suratlardan başka bir şey kalmıyor. Kimi "artık başka bir bayrama" diyerek kendini avutuyor, kimiyse bu ruhsuz zoraki görev saatleriyle  bile yetinmeye çalışıyor; hayallerindeki eski bayramın asla geri gelmeyeceğini içten içe bilerek...

18 Ağustos 2012 Cumartesi

Bir Damla İki Damla Üç Damla...

Yere bir damla düştü,
Sonra bir tane daha
Ve sonra bir daha
Tükenip yok olana kadar damlalar durmadı

İçinde biriktirdiklerin akıp gittikçe
Hafifledin sen de
Eriyip gidercesine
Huzura erdin git gide

Bugünün yarını da var dedin
Buharlaşmadan yakalamalıydın
Bütün damlalar yere değene kadar
Şimdi sen de onlarla birlikte akmalıydın

Susuzluktan ölüp de yeniden dirilmişçesine
Kana kana içtin yağmurun ferahlatıcı suyundan
Kapı aralıktı
Daldın düşünmeden en dibinden

Çorbada senin de tuzun var artık
Uzatmadın bu ayrılığı
Beni de çağırdın
Yanlız kalmamalıydın hep öyleydin şimdi de öyle olmalıydın

Ben gelince tamamlandık
Yarım kalana yeniden başladık
Yanlış anlayanlara inat
Doğruyu tanıttık
Hiç olmadığı kadar doğruydu şimdi

Ne var ne yoksa silip süpürdü damlalar
Dünyanın günahlarını ve bizim bütün günahlarımızı
Yeni doğmuş kadar temizdik
Sen arındın
Çıplaklığından yırtılırcasına çıktın
Delirdik belki de
Her şey üstüne gelse de
Sen yine de beni çağırdın

17 Ağustos 2012 Cuma

Zaman'la Yolculuk

Zaman algısı ne tuhaf şeydir. Daha doğrusu ne kadar da haindir. Hınzırca oynar bizimle. Kimi zaman çabuk geçer hiç bitmesin istediğimizde, kimi zaman da bitene kadar azap çektirir bize. Zaman; çıkmaz bir sokağa girdiğimizde arkamızdaki çıkış yolunun önünde de bir duvar örülmesi gibidir. Ne önümüzdeki duvarın üstünden atlayabiliriz bazen, ne de geldiğimiz yönden geri dönebiliriz. Pişmanlıklar ağır gelir Zaman'a. Taşımaz, bize taşıtır pişmanlıklarımızın yükünü. İkinci bir şansı çok görür Zaman. Onun gözünde hak edilen sadece tek bir şans vardır. Zaman'ın kindar karakteri hataları affetmez, değiştirilemezliğiyle ödetir hataların bedelini. Serttir, sabittir Zaman'ın fikirleri. O'nun lügatında ne dönüp geriye bakmak vardır ne de vazgeçmek. Kararlıdır Zaman. Bir kere geçip gitmeye karar verdi mi vay ona karşı gelenin haline! Zaman'a direnebilen görülmemiştir bugüne kadar. Kim denediyse kum saatinin içinde dökülen kum taneleri gibi geçmişlerinde eriyip gitmiş, pişmanlıklar ve keşkeler yığınının üstüne yığılıvermişlerdir.

Zaman'a ayak uydurmak için onun kılığına bürünmek lazımdır. Onun gibi pes etmez, metanetli olmalıdır insan yitip gitmemek için. Zaman'a bir kurban daha vermemek için geçmişi geçmişte bırakırız ya da sadece öyle yapmış gibi davranıp Zaman'ı kandırmaya çalışırız. Ancak nafiledir bu çaba. Şayet Zaman, onu kandırmaya çalışandan öcünü alır. Eski bir dolabın küflü köşesinden unutulmamış bir anı, geçmişte bırakılmamış geçmişi çıkarıp koyar önümüze. İşte o zaman anlarız Zaman'la başa çıkamayacağımızı.

Bazen de Zaman'ın eline bırakırız kendimizi ve bizi iyileştirmesini bekleriz. Yaralarımızı sarmasını, o yaralar kabuk bağlayana kadar bizi oyalamasını sonra da sargılarımızı açmasını bekleriz. Ama ona çok fazla anlam yüklemek de hatadır. O sadece kuralları uygulayan, prosedüre uyan tek yön gidiş biletidir. Zaman'la beraber yolculuk ettiğimiz trende Zaman'ın geri alıp affetmediği şeylere; biz insanlar "tecrübe" deriz. Hani denir ya "Bir musibet bin nasihatten iyidir." diye; Zaman bize bu bin nasihate bedel olan musibetin en okkalısını gösterir. Kabullenmek istemeyenlere tokadı çarpar, çeker gider müdanaası olmayan hayırsız bir sevgili gibi. Ama biz yine de O'ndan medet umarız. Bu soğukkanlı, ışık hızındaki varlığa, her şeyi yoluna koyması için bel bağlarız. Ne var ki kimi zaman O, özenle sağlam gövdesine bağladığımız umutlarımızı yırtılmış birer kumaş parçası misali iade eder bize. Arkasından ne kadar koşsak da yakalayamayız. O'nu görürüz, yanımızdan geçip gidişine şahit oluruz, elimizi uzattığımızda ona değeceğimizi sanırız ama her seferinde onu kıl payı kaçırırız. O hep bir adım öndedir ve yanımızdan uzaklaşırken, giden arabanın arkasından el sallayan bir çocuk gibi hüzün verir bize, tenimizde huzursuz ve sabırsızca çırpınan dokunuşunu hissederiz. Giderken son bir kez arkasında bıraktıklarına bakar ve şöyle der:

"Üzülmeyin, zaman her şeyin ilacıdır."










16 Ağustos 2012 Perşembe

Çatlağı Bulun



Apaydınlıktı etraf sonra karardı
Ne hayat, ne de hayat belirtisi vardı.

Uzun süre karanlıktı önce
Umut bitmişti inanç da öyle...

Sonra karanlığın içine ışık sızdı
Kara delikteki çatlak çatırdadı.

İnanç ayaklandı arkasından hayat başladı
Umut şöyle bir gerinip çıktı saklandığı yerden.

Neşe baş gösterdi çatlağın içinden
Çatlağı aşıp aydınlığa çıkmanın heyecanı sardı her yanı.

Uykusundan uyandı yüce aslan
Esnedi, titredi ve kendine geldi

Hazırdı karanlığı terk etmeye
Onu yıllarca hapsettiği kendi tutsaklığına gark etmeye

Karar verdi etraflıca düşünmemeye
Aklına neresi gelirse o yöne esmeye

Tam çıkacakken çatlaktan, aydınlık son buldu
Çatlak kapandı, tıkandı önündeki yol

Onca yılın karanlığının yükü üstünde,
Sığamamıştı çatlağın küçük bedenine

O an anladı ki; açtı umut etmeye
Sabretmek, beklemek onu mum gibi tüketmişti içten içe

Ne var ki ya hayallerini küçültecekti çatlağa sığabilmek için
Ya da daha çok sabredip çatlağı büyütecekti içinden geçebilmek için

Aydınlık güzel şey, pahalı hediye
Bedelini ödemek için yetmez bunca zaman anlık heyecanları biriktirmeye.

İşte buydu aydınlığı keşfediş
Sonra tekrar karanlığa terk ediliş.

11 Ağustos 2012 Cumartesi

Halüsinasyon 2

İLK HAFTA
Bugün hastanede sekizinci günüm. Şimdiden dayanılmaz haldeyim. Bana her gün sakinleştirici ilaçlar veriyorlar ve günde bir saat tuhaf bir adam bana çeşitli resimler gösterip sorular soruyor. Kendimi bilmez bir haldeydim. Üstümde uzun sentetik bir gecelik-elbise var ve haftada bir gün de yıkanma günü. Beni bir kere odamdan çıkardılar. Diğer hastaları görme şansım oldu. Sanırım artık ben de hasta olduğuma inandım ki kendimi de hasta kategorisine sokup diğerlerine "diğer hastalar" diyebiliyorum. Yine de ne olursa olsun onlara bakınca onlardan biri olmadığımı anladım. Belki de bana verdikleri ruh gibi gezmeme neden olan ilaçlar yüzünden bilmiyorum ama onlar gibi davranmadığıma emindim. Buraya geldiğimden beri ziyaretime gelen tek bir kişi vardı: Derya. Sanki yarattığı eserini seyretmeye geliyordu. Aramızda çift camlı bir paravan olan bir odaya götürülüyordum ve bize mikrofonla kulaklık veriliyordu. Onu dinlemeyi her seferinde reddettim. Yine de konuşuyordu. Benimse tek gördüğüm dudaklarındaki hareketti. Her seferinde odada beş dakika kaldıktan sonra çıkmak istiyordum o ise gelmekten hiç vazgeçmiyordu. İki kere bana bir hediye bıraktığı söylendi ama onun isteği üzerine bunun ne olduğunu şimdilik öğrenemedim. Ama böyle günlerde, kahvaltıda pelteleşmiş yulaf ezmesi ve soğuk kahve yerine kahveli kek, poğaça ve portakal suyu getirildi. Bu farklılığa anlam veremesem de, Derya'nın beni buraya tıktırdıktan sonra en azından iki günlüğüne nisben düzgün bir kahvaltı yapmamı sağlamış olmasından şikayetçi değildim. Burası hapishaneden farksızdı. Odamda olduğum zamanlar sürekli uyuyordum ve bu boşluğa dayanmak olanaksızdı. Beni henüz diğerlerinin arasına çıkaracak kadar güven verici bulmuyorlardı herhalde. Onların gözünde bir çeşit zapt edilemez yaratıktım. Derya'nın bana beni böyle görmelerine neden olacak ne yaptığını bilmiyordum. Ne ara onun bu kadar nefretini kazanmıştım? İnsanoğlu çiğ süt emmişti gerçekten ve her şey beklenirdi. Bu psikopat da bula bula beni bulmuştu işte. İkinci hafta ilaçlarımı azalttılar. Ancak işin tuhafı Derya'nın geldiği özellikle bana kahvaltıda daha iyi yiyeceklerin getirildiği günlerde yine o adamın kabuslarıma girmesiydi. Bunu kimseye belli etmemeye çalışıyordum ancak bir tuhaflık olduğu belliydi. Artık diğerlerinin yanında daha çok bulunur olmuştum ancak bu durum beni daha büyük bir yalnızlığın içine itmekten başka bir işe yaramadı. Buradakilerden farklı olduğum çok aşikardı. Birkaç gözlem yaptım ve hastalıklarını tam bilemesem de hareketlerinden birtakım yorumlar çıkardığım kişiler vardı. Hayat hikayelerini merak ediyordum.
EBRU: Kendini dışa tamamen kapatmış. Hiç konuşmuyor. Her gün aynı pencerenin önünde aynı sandalyeye oturup dışarıya bakıyor. Nereye baktığını hiç kestiremedim çünkü dışarıda öyle muazzam bir manzara olduğunu söyleyemem. Eğer değişik bir sandalyeye oturduğunu fark ederse bağırmaya, çığlık atmaya başlıyor. Bir keresinde her zamanki yerinde, onun penceresinin önünde oturan bir hastaya saldırdı.
OKTAY: Kendini doktor sanan bir hasta. Diğer hastaların yanına gidip bıkmadan, tek tek durumlarıyla ilgili tespitlerde bulunup ilaçlar öneriyor. Bir keresinde benimle de konuştu. Ona göre şizofren belirtileri gösteriyormuşum ama daha başlangıç aşamasında olduğum için ilaç tedavisiyle etkileri hafifletilebilirmiş. Sanırım ilaçlarını istekle alan tek hasta o. Her seferinde anlamadığım birkaç tıbbi terimle neden bu ilaçları alması gerektiğini, işinin çok yorucu olduğunu ve bu ilaçlarla sağlığını koruyabileceğini söylüyor.
KEREM: Hayali bir arkadaşı var. Yemek sırasında arkadaşı için ikinci bir tepsi verilmezse olay çıkartıyor. Her yere onunla gidiyor, oturduğu yerde ona da yer açıyor ya da yanına bir sandalye daha çekiyor. Arada bir sol omzuyla konuştuğuna ve eliyle boşluğu okşadığına şahit oldum.
NEHİR: Bir tür Münchausen sendromu var. Yani kendini çeşitli hastalıkların kurbanı sanma ve buna insanları ikna edebilmek için kendini yaralama durumu. Ona mümkün olduğunca hasta muamelesi yapılıyor ki, kurbanı olduğunu düşündüğü hastalığını ispatlamak için kendine bir şey yapmasın.


İKİNCİ AY
Buraya geleli iki ay olduğuna inanamıyordum. Kendimde olmak, aklıma sahip çıkmak için elimden geleni yapıyordum ama gerek çevremdekiler gerekse bitmeyen kabuslar buna engel oluyordu. İki kere ailem beni görmeye gelmişti onlara olanları anlattım. Bana inanmayı ölesiye istiyor gibi gözüküyorlardı. Derya'ya dava açmaları gerektiğini söyledim ancak her şeyi bilen bir tek bendim ve ben de burada olduğumdan tanık olarak mahkemeye gidemezdim. Bunu adım gibi bilsem de denemek istiyordum. Bana yaptıklarını sessizce kabullenmek çok ağırıma gidiyordu. Bütün olanları anlattığım o günden sonra ailem bir daha gelmedi. Müdürün söylediğine göre onları görmek bana iyi gelmemişti ve beni bir süre ziyaret etmemeye karar vermişlerdi. Günlerce ağladım. En güvendiğim insanlar bile beni yüz üstü bırakmışlardı hem de böyle bir durumda. Beni ziyaret etmeyi bırakmayan tek kişi tabi ki Derya'ydı. Cehennem zebanisi gibi her gün geliyordu. Artık görüşme odasında beş dakika bile durmuyor, odamdan çıkmamakta ısrar ediyordum böylece o da boşu boşuna buraya kadar gelmiş oluyordu. Haftada iki günlük kahvaltı değişimim üçe çıkarılmıştı. Bu bende iyiden ziyade kötü etki yaratıyordu. O adamı kafamdan atamıyordum kabuslardan sonra uyanıkken de karşıma çıkmaya başlamıştı. Ani tepkiler vermemeye çalışıyor, gördüklerimi belli etmemek için elimden geleni yapıyordum. Çünkü eğer bende bir sorun olduğunu anlarlarsa ilaçlarımı arttırırlar böylece üstüme yapışan bu hastalık damgasından asla kurtulamazdım. Diğerleriyle konuşmayı deneyecektim. Akıllılar beni anlamıyorsa belki deliler anlardı. Önce Oktay'dan başlayacaktım. Ne de olsa kendini doktor sanan oydu ve çözüm üretmekte bana yardımcı olabilirdi. Yemek saatinde onu birine ilaçların yan etkisinden bahsederken buldum.
-"Merhaba bugün nasılsın?"
-"İyiyim siz nasılsınız? Ben de tam sakinleştiricilerin yan etkisinden bahsediyordum. Ayrıca sizi şoka sokabilecek ataklar..."
-"Ben aslında size bir şey soracaktım."
-"Tabii buyurun? Engin bilgilerimden yararlanmanıza yardımcı olabilirim."
Ona her şeyi en başından anlattım. Kamp yapmaya gittiğimiz günü, o adamı görmeye başladığım ilk kabusumu, Derya'nın itiraflarını, beni her gün ziyaret edişini, şüphelendiğim her şeyi.
-"Dediğim gibi şok etkisi yaratıcı bazı ataklar..."
Anlamsızdı, beni dinlemiyordu bile. O an ne yaptığımı fark edip ne kadar saçmaladığımı anladım. Oturmuş, kendini doktor sanan ve bana sakinleştirici ilaçların yan etkisinden ve saçma sapan şok verici ataklardan bahseden akıl hastanesindeki bir adama hayatımı karartan olayları anlatıyordum. Bu karmaşayı ben bile çözememişken onun çözmesini beklemek büyük bencillikti. Şansımı Ebru'da denemeye karar verdim. Her zamanki gibi pencerenin önünde oturmuş dışarıyı seyrediyordu. Sessizce yanına bir sandalye çektim.
-"Nereye bakıyorsun?"
-"..."
-"Manzara çok güzel değil mi? Bu kadar güzel bir yeri kaptığın için bazen seni kıskanıyorum."
İlgisini çekmiş olacaktım ki başını çevirip hüzünlü gözlerle bana baktı.
-"Eski halime bakıyorum. Eskiden ben de senin gibiydim."
-"Benim gibi derken? Ne demek istiyorsun?"
-"Saf, ait olmadığı bir yerde olan. Ama bak şimdi ait olduğum yerdeyim. Buraya uyum sağladım."
-"Nasıl yani? Sen aslında hasta değil misin?"
-"Benim burada olmamın nedeni üvey babam. Pisliğin tekiydi. Hiç bir zaman bir baltaya sap olamadı. Annem ona yetmeyip bana dadandığında on bir yaşındaydım. Her gün kendi kendime yemin ettim büyüdüğümde o adamdan hem annemi hem kendimi kurtaracaktım. Ama o benden daha zeki çıktı. Bana ilaçlar vermeye başladı. Kabuslar görüyordum, halüsinasyonlar, gerçek olmayan şeyler anlarsın. En sonunda annemi de inandırdı ve sonunda kendimi burada buldum. Ama sen benim kadar şanslı değilsin."
-"Ne demek istiyorsun?"
-"Benim hayallerim buraya gelince son buldu ama sen öyle değilsin. Yakında gerçekten hasta olduğuna inanmaya başlayacaksın. Müdürle konuş. Cevapların onda."
Ben bir şey söylemeye fırsat bulamadan kafasını çevirdi ve beni hafifçe itekledi. Evet belki de bu kız sandığım kadar hasta değildi ama tamamen normal olduğunu da söyleyemezdim.

DÖRDÜNCÜ AY
Derya'yı bir sonraki ziyaretinde dinlemeye karar verdim. Ertesi gün her zamanki saatinde geldiğinde  bu defa kulaklığı kulağıma taktım ve beklemeye başladım. Şaşırmıştı. Onu dinleyeceğimi tahmin etmiyordu. Heyecanla konuşmaya başladı.
-"Beni dinlemeye karar vermene ne kadar sevindim anlatamam! Ben sana bugün güzel bir haber getirdim. Gökhan'la evleniyoruz! Ne yazık ki kötü bir haberim de var. Sen düğünümüze davetli değilsin. Zaten davetli olsan da gelemezdin. Üzgünüm..."
Yüzünde söylediklerinin tam tersini düşündüğünü belli eden bir sırıtma vardı. Üzgün falan değildi. En yakın arkadaşım bu psikopatla evleniyordu ve ben engel olamıyordum. Üstelik ailemden sonra çocukluk arkadaşım da beni yüz üstü bırakıp bu şeytana uymuştu. Yine de sinirlerime hakim olacaktım.
-"Senin nasıl bir şeytan olduğunu ne pahasına olursa olsun kanıtlayacağım." dedim.
Sinir bozucu bir kahkaha patlattı ve
-"Hiç durma tatlım. Bir deliyi kim dinlerse ona ispat et bildiklerini. Bu arada kahvaltı ziyafetin benden."
Suratına bakmaya daha fazla dayanamadım. Elim ayağım sinirden titriyordu. Hışımla kulaklığı çıkardım ve kapıyı çarparak odadan çıktım. Odama geldikten birkaç dakika sonra hemşire kahvaltıyı getirdi. Bir vuruşta tepsiyi yere fırlattım ve müdürü görmek istediğimi söyledim. Ne yapacağını şaşıran hemşire dışarı çıktı. Daha sonra iki hemşireyle geri geldi ve beni odadan çıkartıp uzun bir koridor boyunca kollarımdan sıkıca tutarak yürüttüler. Sanki kaçmaya çalışacakmışım gibi... Sola döndük ve beni bir odaya sokup kapıyı arkamdan kapattılar. Önce beni bir yere hapsettiklerini sandım ancak karşımdaki masada bana dikkatle bakan bir adam oturuyordu: hastanenin müdürü.
-"Bilmek istiyorum." dedim.
-"Neyi?"
Çok sakindi sanki geleceğimi önceden biliyordu.
-"Neden bana Derya'nın getirdiği kahvaltının verildiğini öğrenmek istiyorum. O kahvaltıyı istemiyorum. Ben deli değilim buraya gelmeme o sebep oldu ve ne olduğunu bilmiyorum ama getirdiği yemeklerin içinde bana iyi gelmeyen bir şeyler var."
-"Sizin gibi hastaların durumunda paranoyaklık çok görülen bir durumdur. O genç kızın sizi ziyarete gelen tek kişi olduğunu biliyorsunuz. Sizi ailenizden bile çok ziyaret eden bir arkadaşınızın böyle bir şey yapacağını sanmıyorum. Şimdi hemşirelere size biraz daha sakinleştirici vermesini sağlayacağım böylece kabuslardan bir nebze de olsa kurtulmuş olacaksınız."
-"Hayır anlamıyorsunuz o benim arkadaşım falan değil ben ilaç istemiyorum burada neler olduğunu bilmek istiyorum. Beni böyle...durun!"
Sanki bir düğmeye basılmışçasına odaya iki güçlü hemşire girdi ve beni kollarımdan tuttukları gibi odadan çıkardılar. Var gücümle debeleniyordum. Koluma bir şırınga yedim ve sürüklenerek yatağıma taşındım. Göz kapaklarım kapanmadan önce odamın kafesli penceresinden müdürün beni izlediğine bahse girebilirdim. Sonraki günlerde Derya beni ziyarete gelmedi. Artık kahvaltılarda da bir değişiklik yoktu. Tekrar yulaf ezmesi ve kahveye geri dönmüştüm. Yine de kabuslarım bitmek bilmiyordu. Artık gerçekten çıldırmaya başladığımı düşünüyordum. Geceyarısı uyandığımda odamın karanlık köşesinde, yarısı olmayan kanlı suratındaki gözleriyle bana bakıyor, üzerime yürüyor, gözlerimi kapatıp açınca yok oluyordu. Ama her şeyiyle çok gerçekti. Ebru bir daha benimle hiç konuşmamıştı. Hatta yüzüme bile bakmadı. Sanki benimle konuştuğu o gün bir hayal ürünüydü. Böylece buradaki yalnız günlerime geri döndüm.

ALTINCI AY
Artık iyice zayıfladım. Getirilen yemekleri yemeyi reddediyorum ve bana şok tedavisi uyguluyorlar. Vücudumun her yeri acıyla kasılırken tedaviden çok işkenceye benziyor. Bu insanlık dışı sözde tedaviye EKT diyorlar. Elektriği yedikten sonraki ya da önceki hiç bir şeyi hatırlayamıyorum. Sanki uzay boşluğundan gelmişim gibi. Bazı günler kendi adımı bile hatırlayamıyorum. Genellikle kol ve bacaklarımda morluklar oluyor. Nasıl olduklarını bilmiyorum ya da hatırlamıyorum. Hiçbir şeyi hatırlayamıyorum. Bana zorla yemek yediriyorlar ve içinde ne olduğunu bilmediğim serumlar bağlıyorlar. Her şey çok kötü, hiçbir şey düşünemiyorum. Sağlıklı düşünemiyorum. Sağlıklı olarak geldiğim bu hastanede korkunç bir biçimde hayatımı sürdürüyorum.
Aynı anlarda hastane müdürünün odasında tanıdık bir kişi var ve benim bilmediğim bir konuşma yapılıyor.
-"Bunu daha ne kadar sürdüreceğiz bilmiyorum. İşimi bu nedenli riske atmam mümkün değil."
-"Yapma baba. Buradaki herkes deli. Yaptıklarını anlamalarına imkan yok. Hemşireler ve hasta bakıcılar desen işlerini bitirip bu korkunç yerden evlerine gitmekten başka dertleri yok, hiç bir şeyi sorgulamıyorlar bile ayrıca hepsi sana sonsuz saygı duyuyor, ağzının içine bakıyor. Şu konuştuğu kızı da etkisiz hale getirdiğini söyledin hem neydi adı?"
-"Ebru. Onunla konuştuğunu görmüşler. Hiç kimseyle konuşmayan Ebru onunla konuşmuş. Sonra da benimle konuşmaya geldi. Ebru'ya ağır ilaçlar veriyoruz bir daha konuşacağını sanmam. Ayrıca onu özel bir görüşmede açıkça uyardım gözü yeterince korkmuştur."
-"Zaten gerçekleri öğrense bile bu haldeyken kanıtlayamaz. Çocukluk arkadaşı hatta ailesi bile ona sırtlarını döndüler. Artık herkes onun deli olduğuna inandı."
-"Belki de gerçekten deliriyor Derya. Oynadığımız oyun gerçek oldu."
-"Sakın bana üzüldüğünü söyleme baba. Anneme yaptıklarını bilmiyormuş gibi davranma. Ailesi sayesinde hapse bile girmeyip o şaşalı hayatına devam ettiğini unutma. O konfor içinde yaşayıp yıllar önce çarpıp kaçtığı kadını unuturken, ben çektiklerimizi unutmadım. Annesiz kalmama yol açtığı için ondan ölesiye nefret ediyorum."
-"Biliyorum. Ama annenin öldüğünden haberi olmadığını söylemiştim sana. Cenazeye geldiklerinde ailesi beni tembihlemişlerdi."
-"Öyle bir günde bile prenses kızlarını düşünecek kadar iğrençlerdi ve sen hala bu kıza yaptıklarımız için üzülüyorsun. Sen pes etsen de ben sonuna kadar devam edeceğim. Ben akıl edip hastaneye yattığı gün karşılarına müdür olarak en yakın arkadaşını çıkarmasaydım, seni anında tanıyacaklardı ve planımız suya düşecekti belki de sen vazgeçip her şeyi anlatacaktın. Görüyorum ki haklıymışım."
-"Tamam Derya. Seni hiç bir şekilde yalnız bırakmam biliyorsun. Senin de her gün ziyaretine gelip şüphe çekmen saçmaydı. Ayrıca getirdiğin ilaçları yemeğine karıştırıyoruz hala merak etme. Artık git. EKT sonrası onu kontrol etmeliyim."
-"Biz bir dahiyiz."


SEKİZİNCİ AY
Günler giderek daha da bulanıklaşıyor ve anlamsızlaşıyor. Artık odamdan hiç çıkarılmıyorum. Zaten kımıldayacak halim de yok. Buraya neden gelmiştim. Kimdim ben? Her şey çok bulanık. Hangi yıldayız onu bile hatırlayamıyorum. Aylardır aynaya bakmadım. Kim bilir ne haldeyim. Çok uykum var. Hep uykum var. O gece yarısı ansızın uyandığımda beni beklediğini biliyordum. Kabuslarımın kahramanı, burada olmama neden olan yarım suratlı adam. Artık ona karşı koymayacaktım. Bana doğru gelmesini engellemedim, bağırmadım kıpırdamadım. Çelimsiz vücudumla karanlıkta ben de ona doğru yürümeye başladım. Bana her adım atışında yere kanı damlıyordu. Boğazıma sarıldı. Beni ele geçirmesine izin verdim. Her yerimde korkunç derin kesikler açılmaya başladı. Başım dönüyordu. Vücudumdan akan kanla birlikte hafifliyordum. Kendimi tamamen bırakmadan önce "Aslında her şey gerçekti. Bu bir halüsinasyon değil, hepsi senin kadar gerçek." dediğini duydum.

ERTESİ GÜN
Müdür duyduğu tiz çığlıkla odasından fırladı. Sabahın erken saatleriydi ve şimdiden hastalar olay çıkarmaya başladı diye düşündü. Çığlığın geldiği odaya girdiğinde gördüğü manzara karşısında donakaldı. Şoka girmiş hemşireyi almaları için diğer hemşireleri çağırdı. İçerisi kan gölüne dönmüştü. Hayatında hiç bu kadar fazla kan görmemişti. Bayılacak gibi oldu. Hemşireler çığlık çığlığaydı. Ortalık korku filminden fırlamış gibiydi. Yatakta kızıyla hazırladıkları planın kurbanı yatıyordu. Her yerinde korkunç kesikler vardı. En fenası da kafasının gövdesinden neredeyse tamamen ayrı olmasıydı. Gözleri yerlerinden çıkmış gibi açılmıştı. Yere bakınca, yatak ve tuvalet dışında bomboş olan odada, bu dehşet verici manzaranın sorumlusu paramparça olmuş sürahinin kanlı kalıntılarını gördü.