31 Ağustos 2012 Cuma

Zor Artık

İpleri eline almadın ya baştan
Zincirlerini kıramazsın artık
Baş düşmanın tükürdüğünü yalattı ya sana
Sırtı yere gelmez artık
Her seferinde korktun ya sonuna kadar gitmeye
İçindeki parçayı sökmeye
Resti çekip gitmeye
Bir daha zor isyan edersin artık
Atıp tuttun ya özgürlük, özgür irade diye
Kolaysa bunları sesli söyle
Pes etmekten yıkıldıysa duvarların
Şimdi ideallerini gerçekleştirmek zor artık

Sevilen Sevilgen

Sevgi bitmeyen bir şey değildir. Sevgi köreltilebilir. Sevmesini bilmeyen zalim ellerde buz kesip kırılır sevgi. Bazen uzaktan, hiç sahip olmadan severiz bir şeyi. Sadece hayalini kurarak bağlanırız. Bazen de onu tadarız, onu sevmenin nasıl bir his olduğunu anlarız öyle bağlanırız. Başta çok istediğimiz şeye sahip olamayınca, önce içten içe yanıp tutuşuruz, onu deli gibi isteriz. Sonra ona ulaşamayacağımızı anlar, daha azıyla yetinir, hayaline sarılırız. Yavaş yavaş sahip olamadığımız şey gerçekliğini yitirir gözümüzde.

Olmayan bir şeye bağlanmışız gibi gelir. Boşa kürek çektiğimizi, delirdiğimizi düşünürüz. Normal olma isteği kaplar içimizi. Başta sevme, sevdiğine sahip olma arzusu; zamanla ondan kurtulma isteğine dönüşür. Hatta sıkılırız onu sevmekten. Onu istemekten yoruluruz. Dikkatimiz başka yönlere kayar. Eski halimize dönmeyi bekleriz, onun varlığından haberdar olmadığımız zamanlara...

En sonunda sanki var olmamış gibi olur hayatımızda, aklımızda. Öyle ki, başkaları bahsedince hatırlarız bulanıkça. Ancak hiçbir zaman  o eski arzuyu hissedemeyiz içimizde. Bir zaman sonra başkalarının dilinden de duymak istemeyiz onu. İçimiz sıkılır duyunca ve hafızamızdan tamamen silinene kadar kazırız anılarını.

(DİPNOT: Bu yazıdaki "sevilgen" bir sevgili ya da kişiden değil, bizi kendine bağlayan herhangi bir şeyden bahsetmektedir.)

Güzele Bakmak Sevaptır

Ey güzel! Sevinirsin güzelsin diye
Bilmezsin kaç kulu sevindirdiğini gülüşünle
Yakarsın ne yürekleri yan bakışınla bile
Sen bilmezsin kaç kişi geceledi seni düşüne düşüne
Sen uçuşa uçuşa koşarken
Kaç bağır kahroldu peşinden 
Rüzgarın nefes, endamın gövde oldu nicelerine
Sen bilmezsin ama onlar bunlarla yetindi hiç şikayet etmeden
Sevinme, bu böyle sürüp gidecek değil
Elbet bir gün kuruyup tükenecek uğruna solan çiçekler
Ama yağmur durdu diye tohum kök salmayı bırakır mı hiç?
Bu canlar senden kolay vazgeçecek değil 
Yolun sonunda ardına baktığında 
Uğrunda eriyip gitmiş içi boş bedenler göreceksin
Ruhları kendilerini sana feda etmiş,
"Geride ne yıkıntılar bıraktım?" diyeceksin 

28 Ağustos 2012 Salı

Sanal Canavarlar

Facebook, Twitter, Tumblr, Blogger ve daha birçoğu...

Muhtemelen hepimiz bu ve türevi sitelerin müptelası olmuş durumdayız. Bilgisayarın ya da telefonun ekranına kilitlenmemiş, hipnotize olmuş gibi bakmayan ve her sıkıldığında ilgisi o tarafa kaymayan bir kişi bile bulmak epey zor. Değişiklik arayışıyla başlayan ve sigarayla alkol kadar kötü bir bağımlılık yaratan bu sanal ortamlar hepimizi esir almış durumda. Özellikle yaz aylarında veya yapacak bir işimiz olmadığında hemen kendimizi bu sanal canavarların kucaklarına atıyoruz. Onlar da bizi zehirli kıskaçlarıyla yakalayıp saatlerce bırakmıyorlar.

Kendi adıma; benim acilen elime kağıt kalem almam ve bilgisayarın klavyesinden yavaşça uzaklaşmam gerek. Bu durumun düzelmesi için ders çalışmak bile daha iç açıcı görünüyor. Çoğu zaman doğal, bu sanallıktan ve yapaylıktan uzak bir şekilde yaşamak istesem de telefonumu kapattığımda açmam en fazla bir saat, facebook hesabımı kapattığımda bir gün, bir sonraki tweetimi atmam da yine en fazla bir saatimi alıyor. Ekrana yapışıp kalan gözlerim sanki beynimden bağımsız hareket ediyor ve beynim "Ayrıl!" komutu verse de gözlerim başının dikine gidiyor ve söz dinlemiyorlar.

Sonuç: Kan çanağı olmuş gözler, uykusuzluktan morarmış göz altları, saatlerce aynı yere bakmaktan dolayı tutulmuş bir boyun ve bu sanal canavarlara tekrar kavuşmak için sayılan saatler.

Sabah kalkar kalkmaz yüzümüzü bile yıkamadan ve yatağa girdikten sonra uykuya dalana dek bu canavarlara göz atmadan duramıyor, onlardan kopamıyoruz. Olmayan bir dünyada yaşıyor gibiyiz. Her canımız sıkıldığında bu canavarlara sığınmak yaratıcılığımızı ve hayal gücümüzü sıfıra indiriyor. Geçmişte televizyon bile olmayan evlerde nasıl eğleniliyordu merak ediyorum doğrusu. Öyle ki; televizyon seyretmeyi çok seven, hatta bu uğurda daha üç yaşında gözlerini bozmuş olan ben, bu sanal canavarlarla karşılaştırıldığında televizyonun o kadar da eğlenceli olmadığını düşünmeye başladım. Teknoloji o kadar hızlı ilerliyor ki, geride kalan her şeyi büyük bir acımasızlıkla sonsuza dek kaldıkları yerde bırakıyoruz. İnternetten daha vizyona bile girmemiş filmleri izlemek varken televizyondaki dizilerin yeni bölümlerini bir hafta beklemek niye?

İnsanoğlu, artık yürümeyi bırakıp koşmaya başlamış olan teknoloji karşısında büyük bir açlık ve tatminsizliğin içine düştü. İnternet öyle bir yer ki kişilere her türlü imkanı sağlayarak onlara olmadıkları kişiler olma imkanı sunuyor ve yetersizliklerini örtme fırsatı veriyor. Hal böyle olunca da çoğu kişi bu sanal canavarların döl yatağına sığınıp oradan çıkmamak suretiyle gizlendiği yerden hayatını sürdürüyor. Ya da özendiği hayatı mı demeliyim? İnsanlar bütün işlerini internet üzerinden, oturur vaziyette halletmeye çalışıyorlar. İnsan ilişkilerinin zayıflamasını geçtim, duygular bile internet yoluyla ayaklar altına alınmış durumda. İnsanlar; üzüntülerini, sevinçlerini, aşklarını sanal ortamlarda sessiz haykırışlarla dile getiriyorlar. Alıştıkları bu durumun dışına çıktıklarında da afallayıp kalıyorlar. Gerçek ilişkiler kurmaktan yoksun olan bu kişiler gerçek hayatta da asla istedikleri şeyi bulamıyorlar. Daha da fenası ne istediklerini dahi bilmiyorlar.

Bu saatten sonra ne kadar istesek de yalın, doğal bir hayata sahip olamayız, var olan düzeni reddedip kendimizi dışlayamayız.

Maalesef toplumun gereklerinden biri de bu: "Ayak uyduramayan dışlanır."

Ancak demem o ki bu sanal canavarlardan ne kadar uzak durursak o kadar iyi. Bizi renkli şekerleriyle kandıran bu canavarlar;  çok geç olmadan kendimizi frenlemezsek, hayatlarımızda ve kendimizi ifade ediş şekillerimizde kalıcı hasarlar bırakarak bizi sıradanlaştıracak ve eminim ki; kimse kendisinin tıpa tıp aynısı insanlarla dolu, renksiz bir dünyada yaşamak istemez. Monotonluktan kurtulmak isterken kendimizi robotlaşmış bir dünyanın girdabında bulmadan önce, bu gidişata dur diyemesek de "Yavaş ol" diyebiliriz. En azından bu sanal canavarların gerçekliğin dışında olduğunu kendimize hatırlatarak, onlara çok bağlanmadan ve oyalanacak başka şeyler de bularak yaşayabiliriz.

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Dipsiz Kuyu

Kuyu dipsiz,
İçimdeki yaralar da öyle..
Dertler devasız,
Geride kalanlardaki hasarlar da öyle..

Ruhumdaki boşlukların hepsi kocaman,
Büyüdükçe büyüyorlar
Feraha çıkılmaz darlanmadan,
Beni darlayanlar şimdi yoklar

Hiç var olmamış gibi
Kum taneleri misali,
İnsanı yutan sellerin içinde
Kimseye dokunmadan yakan kor gibi.

Bir ayak çukurda,
Toprak ana hep başımızda,
Her yer karanlık.
Dipsiz kuyudur bu içinden çıkılmazlık.

Çıkmaz sokağa bir kere girdin mi,
Çıkış yolu kapanmıştır artık.
Kuyu dipsiz,
Rotalar silinir çaresiz.

Kuyuya düştüysen eğer,
Bulduğun ipuçlarını takip et vazgeçmeden.
Bir gün çıkarsın elbet,
Yolu bulabilirsen eğer..


Göze Batan Diken

Benim gözüme batan bir diken var ve bu diken hatalarından ders almıyor daha da kötüsü hatası olduğunu kabul etmiyor, kendisi suçlu olsa da suçu karşı tarafa atıyor, yani hem suçlu hem güçlü, müdanası yok, özür dilemeyi, alttan almayı ve fedakarlık yapmayı bilmiyor, vermeden almayı bekliyor, çocuk gibi küsüp işi uzatıyor, istediğini elde edemeyince içi boş tehditler savurup komik duruma düşüyor ve dünyadaki herkes ona muhtaçmış gibi davranıyor. İşte bu yüzden de bu dikenin her hareketi gözüme batıyor.

Bir an önce ondan kurtulmak, huzura ermek istiyorum. Ne onu tolere edecek sabrım, ne de mantıksız hareketlerini çekecek gerekçem kaldı ortada. Dengesizliklerinden yoruldum, başım dönüyor, sonunda ben kendi dengemi kaybedip yapışıyorum yere. Ama bu diken sağ gösterirken soldan vurup beni yine yere çakıyor. Düşene bir tekme daha vurarak sıfır anlayışla yola devam ediyor her seferinde. Ben de yattığım yerden düşünüyorum:
"Defalarca kalkıp, gözüme batan o bütün davranışlar nedeniyle, tekrar tekrar tökezleyip düşeceğimi biliyorum."

Ben gözüme batan dikenle kendimi bildim bileli uğraşıyorum ve çıkarmayı ne kadar istesem de hiçbir zaman elimi dikenin durduğu yere sokma cesaretini gösteremiyorum. Diken gözümün tam içinde duruyor ve ne zaman güzel bir şey görsem bu güzelliği perdeliyor. Eğer dikeni çıkarmak için elimi uzatırsam gözümün zarar göreceğinden korkuyorum çünkü istemesem de bu diken benim bir parçam. Canımı yaksa da, ondan kurtulmamın bedeli bir gözümü kaybetmem. Zaman zaman dikeni yavaşça dürtüyorum. O zaman dikeni sinirlendirmiş oluyorum ve o da benim gözümü kanatıyor. Ancak bir süre sessiz kalıyor ve ben de bu sırada gördüğüm güzelliklerin tadını çıkarıyorum. Fakat dönüşü çok gecikmiyor ve her geri geldiğinde daha sinirli, daha hırslı, daha yıkıcı oluyor. Etkilerini yıllardır üstümde hissettiğim bu diken her şeye rağmen benden sevgi beklediğini söylüyor. Ona inanmıyorum çünkü onu ezelden beri tanıyorum. Onu bir gün bile sevdiğimi hatırlamıyorum. İnsan ona zarar veren ve her seferinde verdiği zararın sonuçlarını bir bahanenin ardına gizleyen bir şeyi nasıl sevebilir?

Diken asla söz dinlemiyor. Onunla uzlaşmaya çalışanları geri püskürtüyor. Koruma adı altında bana da zarar veriyor ancak bunu asla kabul etmiyor ve gözümü terk etmeyi reddediyor. Çünkü aslında diken, benim gözümden, gördüğüm güzelliklerden, gözümden akan gözyaşımdan, güldüğümde parıldayan iris ışığımdan besleniyor. Ben olmazsam o da olmaz ve o olmasaydı ben de yaratılamazdım. Ben ona inanmıyorum o bana güvenmiyor. Halbuki onun bana güvenmemeye hakkı yok çünkü her şeyi başlatan oydu. Kendine olan güvensizliğini benim üzerimden örtmeye çalışıyor. Eskiden canımı yakmaması için gördüğüm şeyleri ilk onun huzuruna sunardım. Ancak zamanla anladım ki o, ona gösterdiğim hiç bir şeyi beğenmiyordu. Ben de vazgeçtim ve gördüğüm şeyleri kendime saklamaya başladım ve aramızdaki olmayan güven ve sevgi ilişkisinin son perdesini de yırtmış oldum.

Elbet bu dikenden bir gün kurtulacağım ancak o zaman geldiğinde gözüm için çok geç olmasından korkuyorum. Genç ve cıvıltılı, ama bir dikenin esaretindeki bir göze karşı; özgür ama çok geç kalınmış, artık katarakta yakalanmış bir göz... Tek tesellim, bir gün, gözüm için çok geç olmadan, o dikeni çıkarıp atacak ve beni bağlarımdan tamamen koparacak cesareti bulabilmem.

Bir sonraki görüşmemizde dikensiz bir bakış açısı dileğiyle...

26 Ağustos 2012 Pazar

Türkiye'ye Hoşgeldiniz

Havaalanında pasaport kontrolüne doğru yürürken ne kadar yorgun olduğumuzu fark etmiştim. Uzun bir yolculuk yapmıştık ama eve dönmenin, tanıdık bir dil duymanın heyecanıyla içimiz kıpır kıpırdı. Kuyruğa girdik ve sıramızı beklemeye başladık. Ağlayan çocuklar, yorgunluktan ayakta duramayan yolcular ve oradan oraya koşturan bavullu insanlar... Sonunda sıra bize geldi. Arkadaşım önden gitti. O geçince de ben camlı bölmeye yaklaştım. Esmer kara kuru bir kız "Türkiye'ye hoşgeldiniz!" dedi. Gülümsedim. Pasaportuma bakarken birden başını kaldırdı

"Türkiye'ye hoşgeldiniz. Burası çok güzel bir ülkedir. Turistlere çok sevecen davranılır, yardım edilir. Kendi insanına nasıl davranıyorsa Türkiye, turiste de tam tersi şekilde davranır. Onlara ziyaret süresi dolana kadar Türkiye'nin renkli dış ambalajı gösterilir. Ancak çoğu konuda dışı parlak içi çürük bir elma gibidir. İnsanlar birbirini yargılar. Önyargılar diz boyudur burada. Herkes aynı dinden, herkes aynı kökenden olsun istenir. Farklı görünen, farklı olan sevilmez.

Farklılar da dışlanmamak için kendilerini "aynı" göstermeye, herkesin taktığı kılıfa kendilerini uydurmaya çalışırlar. "Hepimiz Kardeşiz" sloganı burada sadece dillerdedir, eylemlerde değil. İnsanlar birbirini kıyafetlerine, sosyal statülerine göre yargılarlar. Avam kesimdensen içinin iyi olması fark etmez. "Merhaba"dan ileriye gidecek konuşmalara girilmemeye özen gösterilir ve hep mesafe korunur. Görünüşüne göre yargılanır herkes, altında yatan nedene bakılmaz. Burada kimse kimseyi dinlemez, herkes kendi sesini duyurmaya çalışır. Yükselmek için birbirinin üstüne basar insanlar. Kadınlara pek saygı gösterilmez. Saygın bir yere güç bela gelebilmiş olanlar da o saygın yerden indirilmeye çalışılır. Ciddiye alınmazlar, etkisiz elemandırlar. Ataerkil olan bu toplumda kadınlar çırak konumundadır. Erkeklerin işledikleri suçlar bile kadınlardan bilinir. Kadın biraz şık giyinse teşhirci olur, suçlanır; hakkını arasa olay çıkaran olur, dışlanır. Sokağa çıkarılmaz. Namus onu dışarı salandan sorulur. Samimi davransa laçka, hafif kadın olur; mesafeli dursa soğuk nevale olur. Kızın mı var derdin vardır bu ülkede. Kızını dövmeyen dizini döver.

Dişi köpek kuyruk sallamazsa erkek peşinden gitmez. Olayı başlatan hep kadındır. Kadın kapatılır, üstü örtülür, gizlenir, yok edilir. Kadın güçsüzdür, zayıftır, yüktür, kendini koruyamaz, bedenine sahip çıkamaz, gece geç bir yere çıksa yollu olur kurtulamaz. Kolay kandırılır, aptaldır bu ülkenin gözünde. Erkeklerle samimi olamaz tek başına da kalamaz. Dulsa temkinli yaklaşılır bekarsa sevgililer sakınılır. Bu ülkede namus kadın üstünden ölçülür. Sorumlusu erkek de olsa kadın kirletmiştir namusu, lekelemiştir anlı şanlı namı. Erkeğin hiç bir suçu yoktur, elinin kiridir. Kadınınsa bedeninin, bütün ailesinin kiri. Kadın evlenmeden biriyle beraber olduysa ayıplanır. Kız evlat eve geç kaldığında akla hep aynı kötü düşünceler gelir, sakınılır, "Aman ailenin adına leke gelmesin" denir. O aile belki hırsızlık dolandırıcılık yapmıştır, hak yemiştir ama ailenin adına lekeyi kız getirir gerisi teferruat.

Bu ülkede paran varsa varsın yoksa bir hiçsindir. Dalaverelerle bir yerlere gelenler el üstünde tutulurken alnının teriyle çalışanlar terfi bile ettirilmez. Yağcı kişiler güçlü kişiliklerin maşasıdırlar. Olayları örtbas edip insanların gözünü boyamakta kullanılan maşalardır bunlar. İnananlar körü körüne bağlanır. İnanmayanlar sevilmez. İnandıkları uğruna çabalayanlar bastırılmaya çalışılır. Yüksek otoritelerin kurbanı olan nice değerli insan vardır bu ülkede.

Vahşet, ajitasyon bu ülkenin en sevdiği şeydir. Futbol maçı uğruna canını veren, cana kıyan insanlar olmuştur. Küfür etmek delikanlılık belirtisidir sanki. Refleks gibi çıkar ağızdan ama tabii bu da erkeklere mahsustur sadece. Küfür eden bir kadın yakışık almaz. Hak aramak da yasaktır bu ülkede. Hakkını arayan aza tamah edip susmak zorunda bırakılır.

Ama yine de güzel ülkedir bizimkisi. Türkiye'ye hosgeldiniz!"

Neye uğradığımı şaşırmıştım. Bir çırpıda söylediği bu sözler evime dönmüş olmanın bütün heyecanını alıp götürmüştü ama yine de beynimde yankılanıyordu her bir kelime. Bir saat sonra bavullarımızı almış yemek yeme planları yapıyorduk. İşte biz de bu ülkenin birer vatandaşı olarak geç kavrayıp kolay unutmuştuk. Duyduğum sözlerin nedenini bile sorgulamadan unutmayı seçmiş, aklımdan burnuma kokusu gelen yemekleri geçiriyordum. Eve dönmek ne güzeldi. Hakikaten güzel ülke Türkiye...

19 Ağustos 2012 Pazar

Bayram Şekeri

Şu meşhur sözle başlıyorum yazıya: "Nerede o eski bayramların tadı?"

Yaşını başını almış insanların fi tarihinden önceki anılarını yad ettiği bu cümle bugün doğruluğunu bana ispat etti. Bir şeye sahipseniz, onun içindeyseniz yokluğunun nasıl bir şey olabileceğini tahmin edemezsiniz. Bugün anladım ki aile ilişkileri bitmiş. Bayram sevinci falan hak getire. Ben de başucuma konan bayram ayakkabılarının heyecanıyla uyumazdım ama günümüzde durum yine de vahim. Herkes kendi derdine düşmüş, bayram ziyaretleri; tatile çıkmayanların, birkaç aile büyüğünün evinde bir iki saat oturmasına dönüşmüş. Bu kadarını bile yapanlara şaşırmak gerek aslında ama bir şeyi yapacaksan ya tam yap ya hiç yapma görüşünde olduğum için bu tip ziyaretlerde durumun vahimliği, zavallılığı daha bir ortaya çıkıyor sanki.

Küçüklüğümden hatırladığım bir bayram manzarası:
Annemler, teyzemler, anneannem, annemlerin halası ve böyle sürüp giden kalabalık bir gurupla uzun bir masaya oturmuşuz. Yemekler yeniyor, sohbetler ediliyor, etrafta çatal bıçakların mekanik, ruhsuz ve acınası tıngırtısı değil, gülüşmelerin sesi yankılanıyor. Öyle yedi içti kaçtı misali bir iki saatlik oturmalar da değil bunlar. Öğlen gidildiyse hava kararıncaya kadar orada kalınıyor. Ailenin küçükleri arka odalarda maziden kalma eşyaları karıştırıyor ya da büyülenmiş gibi televizyon izliyor. Benim yaptığım her ne kadar anlamasam da büyüklerin sohbetlerini dinlemek, onların mimiklerini incelemek, neye güldüklerini irdelemek olurdu. Eve dönüldüğünde aklımda renkli anılar, yüzümde ufak bir tebessüm kalırdı.

Şimdiki manzaraysa şu:
Ya ölümün pençesine kurban gitmiş ya da kendilerini tatilin sıcak ve zoraki bayram kutlamalarından uzaktaki kollarına atmış kişilerin yokluğu nedeniyle, o kalabalık aileden yarıya inmiş kişi sayısıyla yemek yeniyor. Çoğu kişi anlamsız bir küslüğün esiri olmuş kendi akrabasına yabancı düşmüş ve bayram yemeğinin masasındaki yerlerini kaybetmişler. Bu masada yer bulanların suratları da mahkeme duvarı, gözler asla birbiriyle buluşmuyor, neşeli sohbetlerden eser kalmamış, duyulan tek ses ağız şapırtıları ve çatal bıçakların soğuk, tenekemsi tınısı.

O heybetli kalabalıktan arta kalanlar da birbiriyle konuşmamak için "blackberry" "iphone" lara can hıraş sarılmış, zoraki bir görev yerine getiriliyor. Bayram kutlamalarının yerini akıllı telefonlardan atılan toplu mesajlar ve "broadcast" ler almış. Gençler sanki ruhları emilmişçesine duygusuzca bu eziyetin bitmesini bekliyorlar. O hınzırca büyüklerin sohbetini dinleyen küçüklerden hiç bir iz kalmamış içlerinde. Harçlık verme formalitesi için bile el öpmekten kaçınılıyor, bir tebessüm çok görülüyor ve nihayet görev son bulduğunda yüzlerde bir rahatlama ifadesi beliriyor. O "nerede eski bayramların tadı?" diyerek iç çeken yaşlılardan geriye de gidenlerin arkasından hüzünle bakan üzgün suratlardan başka bir şey kalmıyor. Kimi "artık başka bir bayrama" diyerek kendini avutuyor, kimiyse bu ruhsuz zoraki görev saatleriyle  bile yetinmeye çalışıyor; hayallerindeki eski bayramın asla geri gelmeyeceğini içten içe bilerek...

18 Ağustos 2012 Cumartesi

Bir Damla İki Damla Üç Damla...

Yere bir damla düştü,
Sonra bir tane daha
Ve sonra bir daha
Tükenip yok olana kadar damlalar durmadı

İçinde biriktirdiklerin akıp gittikçe
Hafifledin sen de
Eriyip gidercesine
Huzura erdin git gide

Bugünün yarını da var dedin
Buharlaşmadan yakalamalıydın
Bütün damlalar yere değene kadar
Şimdi sen de onlarla birlikte akmalıydın

Susuzluktan ölüp de yeniden dirilmişçesine
Kana kana içtin yağmurun ferahlatıcı suyundan
Kapı aralıktı
Daldın düşünmeden en dibinden

Çorbada senin de tuzun var artık
Uzatmadın bu ayrılığı
Beni de çağırdın
Yanlız kalmamalıydın hep öyleydin şimdi de öyle olmalıydın

Ben gelince tamamlandık
Yarım kalana yeniden başladık
Yanlış anlayanlara inat
Doğruyu tanıttık
Hiç olmadığı kadar doğruydu şimdi

Ne var ne yoksa silip süpürdü damlalar
Dünyanın günahlarını ve bizim bütün günahlarımızı
Yeni doğmuş kadar temizdik
Sen arındın
Çıplaklığından yırtılırcasına çıktın
Delirdik belki de
Her şey üstüne gelse de
Sen yine de beni çağırdın

17 Ağustos 2012 Cuma

Zaman'la Yolculuk

Zaman algısı ne tuhaf şeydir. Daha doğrusu ne kadar da haindir. Hınzırca oynar bizimle. Kimi zaman çabuk geçer hiç bitmesin istediğimizde, kimi zaman da bitene kadar azap çektirir bize. Zaman; çıkmaz bir sokağa girdiğimizde arkamızdaki çıkış yolunun önünde de bir duvar örülmesi gibidir. Ne önümüzdeki duvarın üstünden atlayabiliriz bazen, ne de geldiğimiz yönden geri dönebiliriz. Pişmanlıklar ağır gelir Zaman'a. Taşımaz, bize taşıtır pişmanlıklarımızın yükünü. İkinci bir şansı çok görür Zaman. Onun gözünde hak edilen sadece tek bir şans vardır. Zaman'ın kindar karakteri hataları affetmez, değiştirilemezliğiyle ödetir hataların bedelini. Serttir, sabittir Zaman'ın fikirleri. O'nun lügatında ne dönüp geriye bakmak vardır ne de vazgeçmek. Kararlıdır Zaman. Bir kere geçip gitmeye karar verdi mi vay ona karşı gelenin haline! Zaman'a direnebilen görülmemiştir bugüne kadar. Kim denediyse kum saatinin içinde dökülen kum taneleri gibi geçmişlerinde eriyip gitmiş, pişmanlıklar ve keşkeler yığınının üstüne yığılıvermişlerdir.

Zaman'a ayak uydurmak için onun kılığına bürünmek lazımdır. Onun gibi pes etmez, metanetli olmalıdır insan yitip gitmemek için. Zaman'a bir kurban daha vermemek için geçmişi geçmişte bırakırız ya da sadece öyle yapmış gibi davranıp Zaman'ı kandırmaya çalışırız. Ancak nafiledir bu çaba. Şayet Zaman, onu kandırmaya çalışandan öcünü alır. Eski bir dolabın küflü köşesinden unutulmamış bir anı, geçmişte bırakılmamış geçmişi çıkarıp koyar önümüze. İşte o zaman anlarız Zaman'la başa çıkamayacağımızı.

Bazen de Zaman'ın eline bırakırız kendimizi ve bizi iyileştirmesini bekleriz. Yaralarımızı sarmasını, o yaralar kabuk bağlayana kadar bizi oyalamasını sonra da sargılarımızı açmasını bekleriz. Ama ona çok fazla anlam yüklemek de hatadır. O sadece kuralları uygulayan, prosedüre uyan tek yön gidiş biletidir. Zaman'la beraber yolculuk ettiğimiz trende Zaman'ın geri alıp affetmediği şeylere; biz insanlar "tecrübe" deriz. Hani denir ya "Bir musibet bin nasihatten iyidir." diye; Zaman bize bu bin nasihate bedel olan musibetin en okkalısını gösterir. Kabullenmek istemeyenlere tokadı çarpar, çeker gider müdanaası olmayan hayırsız bir sevgili gibi. Ama biz yine de O'ndan medet umarız. Bu soğukkanlı, ışık hızındaki varlığa, her şeyi yoluna koyması için bel bağlarız. Ne var ki kimi zaman O, özenle sağlam gövdesine bağladığımız umutlarımızı yırtılmış birer kumaş parçası misali iade eder bize. Arkasından ne kadar koşsak da yakalayamayız. O'nu görürüz, yanımızdan geçip gidişine şahit oluruz, elimizi uzattığımızda ona değeceğimizi sanırız ama her seferinde onu kıl payı kaçırırız. O hep bir adım öndedir ve yanımızdan uzaklaşırken, giden arabanın arkasından el sallayan bir çocuk gibi hüzün verir bize, tenimizde huzursuz ve sabırsızca çırpınan dokunuşunu hissederiz. Giderken son bir kez arkasında bıraktıklarına bakar ve şöyle der:

"Üzülmeyin, zaman her şeyin ilacıdır."










16 Ağustos 2012 Perşembe

Çatlağı Bulun



Apaydınlıktı etraf sonra karardı
Ne hayat, ne de hayat belirtisi vardı.

Uzun süre karanlıktı önce
Umut bitmişti inanç da öyle...

Sonra karanlığın içine ışık sızdı
Kara delikteki çatlak çatırdadı.

İnanç ayaklandı arkasından hayat başladı
Umut şöyle bir gerinip çıktı saklandığı yerden.

Neşe baş gösterdi çatlağın içinden
Çatlağı aşıp aydınlığa çıkmanın heyecanı sardı her yanı.

Uykusundan uyandı yüce aslan
Esnedi, titredi ve kendine geldi

Hazırdı karanlığı terk etmeye
Onu yıllarca hapsettiği kendi tutsaklığına gark etmeye

Karar verdi etraflıca düşünmemeye
Aklına neresi gelirse o yöne esmeye

Tam çıkacakken çatlaktan, aydınlık son buldu
Çatlak kapandı, tıkandı önündeki yol

Onca yılın karanlığının yükü üstünde,
Sığamamıştı çatlağın küçük bedenine

O an anladı ki; açtı umut etmeye
Sabretmek, beklemek onu mum gibi tüketmişti içten içe

Ne var ki ya hayallerini küçültecekti çatlağa sığabilmek için
Ya da daha çok sabredip çatlağı büyütecekti içinden geçebilmek için

Aydınlık güzel şey, pahalı hediye
Bedelini ödemek için yetmez bunca zaman anlık heyecanları biriktirmeye.

İşte buydu aydınlığı keşfediş
Sonra tekrar karanlığa terk ediliş.

11 Ağustos 2012 Cumartesi

Halüsinasyon 2

İLK HAFTA
Bugün hastanede sekizinci günüm. Şimdiden dayanılmaz haldeyim. Bana her gün sakinleştirici ilaçlar veriyorlar ve günde bir saat tuhaf bir adam bana çeşitli resimler gösterip sorular soruyor. Kendimi bilmez bir haldeydim. Üstümde uzun sentetik bir gecelik-elbise var ve haftada bir gün de yıkanma günü. Beni bir kere odamdan çıkardılar. Diğer hastaları görme şansım oldu. Sanırım artık ben de hasta olduğuma inandım ki kendimi de hasta kategorisine sokup diğerlerine "diğer hastalar" diyebiliyorum. Yine de ne olursa olsun onlara bakınca onlardan biri olmadığımı anladım. Belki de bana verdikleri ruh gibi gezmeme neden olan ilaçlar yüzünden bilmiyorum ama onlar gibi davranmadığıma emindim. Buraya geldiğimden beri ziyaretime gelen tek bir kişi vardı: Derya. Sanki yarattığı eserini seyretmeye geliyordu. Aramızda çift camlı bir paravan olan bir odaya götürülüyordum ve bize mikrofonla kulaklık veriliyordu. Onu dinlemeyi her seferinde reddettim. Yine de konuşuyordu. Benimse tek gördüğüm dudaklarındaki hareketti. Her seferinde odada beş dakika kaldıktan sonra çıkmak istiyordum o ise gelmekten hiç vazgeçmiyordu. İki kere bana bir hediye bıraktığı söylendi ama onun isteği üzerine bunun ne olduğunu şimdilik öğrenemedim. Ama böyle günlerde, kahvaltıda pelteleşmiş yulaf ezmesi ve soğuk kahve yerine kahveli kek, poğaça ve portakal suyu getirildi. Bu farklılığa anlam veremesem de, Derya'nın beni buraya tıktırdıktan sonra en azından iki günlüğüne nisben düzgün bir kahvaltı yapmamı sağlamış olmasından şikayetçi değildim. Burası hapishaneden farksızdı. Odamda olduğum zamanlar sürekli uyuyordum ve bu boşluğa dayanmak olanaksızdı. Beni henüz diğerlerinin arasına çıkaracak kadar güven verici bulmuyorlardı herhalde. Onların gözünde bir çeşit zapt edilemez yaratıktım. Derya'nın bana beni böyle görmelerine neden olacak ne yaptığını bilmiyordum. Ne ara onun bu kadar nefretini kazanmıştım? İnsanoğlu çiğ süt emmişti gerçekten ve her şey beklenirdi. Bu psikopat da bula bula beni bulmuştu işte. İkinci hafta ilaçlarımı azalttılar. Ancak işin tuhafı Derya'nın geldiği özellikle bana kahvaltıda daha iyi yiyeceklerin getirildiği günlerde yine o adamın kabuslarıma girmesiydi. Bunu kimseye belli etmemeye çalışıyordum ancak bir tuhaflık olduğu belliydi. Artık diğerlerinin yanında daha çok bulunur olmuştum ancak bu durum beni daha büyük bir yalnızlığın içine itmekten başka bir işe yaramadı. Buradakilerden farklı olduğum çok aşikardı. Birkaç gözlem yaptım ve hastalıklarını tam bilemesem de hareketlerinden birtakım yorumlar çıkardığım kişiler vardı. Hayat hikayelerini merak ediyordum.
EBRU: Kendini dışa tamamen kapatmış. Hiç konuşmuyor. Her gün aynı pencerenin önünde aynı sandalyeye oturup dışarıya bakıyor. Nereye baktığını hiç kestiremedim çünkü dışarıda öyle muazzam bir manzara olduğunu söyleyemem. Eğer değişik bir sandalyeye oturduğunu fark ederse bağırmaya, çığlık atmaya başlıyor. Bir keresinde her zamanki yerinde, onun penceresinin önünde oturan bir hastaya saldırdı.
OKTAY: Kendini doktor sanan bir hasta. Diğer hastaların yanına gidip bıkmadan, tek tek durumlarıyla ilgili tespitlerde bulunup ilaçlar öneriyor. Bir keresinde benimle de konuştu. Ona göre şizofren belirtileri gösteriyormuşum ama daha başlangıç aşamasında olduğum için ilaç tedavisiyle etkileri hafifletilebilirmiş. Sanırım ilaçlarını istekle alan tek hasta o. Her seferinde anlamadığım birkaç tıbbi terimle neden bu ilaçları alması gerektiğini, işinin çok yorucu olduğunu ve bu ilaçlarla sağlığını koruyabileceğini söylüyor.
KEREM: Hayali bir arkadaşı var. Yemek sırasında arkadaşı için ikinci bir tepsi verilmezse olay çıkartıyor. Her yere onunla gidiyor, oturduğu yerde ona da yer açıyor ya da yanına bir sandalye daha çekiyor. Arada bir sol omzuyla konuştuğuna ve eliyle boşluğu okşadığına şahit oldum.
NEHİR: Bir tür Münchausen sendromu var. Yani kendini çeşitli hastalıkların kurbanı sanma ve buna insanları ikna edebilmek için kendini yaralama durumu. Ona mümkün olduğunca hasta muamelesi yapılıyor ki, kurbanı olduğunu düşündüğü hastalığını ispatlamak için kendine bir şey yapmasın.


İKİNCİ AY
Buraya geleli iki ay olduğuna inanamıyordum. Kendimde olmak, aklıma sahip çıkmak için elimden geleni yapıyordum ama gerek çevremdekiler gerekse bitmeyen kabuslar buna engel oluyordu. İki kere ailem beni görmeye gelmişti onlara olanları anlattım. Bana inanmayı ölesiye istiyor gibi gözüküyorlardı. Derya'ya dava açmaları gerektiğini söyledim ancak her şeyi bilen bir tek bendim ve ben de burada olduğumdan tanık olarak mahkemeye gidemezdim. Bunu adım gibi bilsem de denemek istiyordum. Bana yaptıklarını sessizce kabullenmek çok ağırıma gidiyordu. Bütün olanları anlattığım o günden sonra ailem bir daha gelmedi. Müdürün söylediğine göre onları görmek bana iyi gelmemişti ve beni bir süre ziyaret etmemeye karar vermişlerdi. Günlerce ağladım. En güvendiğim insanlar bile beni yüz üstü bırakmışlardı hem de böyle bir durumda. Beni ziyaret etmeyi bırakmayan tek kişi tabi ki Derya'ydı. Cehennem zebanisi gibi her gün geliyordu. Artık görüşme odasında beş dakika bile durmuyor, odamdan çıkmamakta ısrar ediyordum böylece o da boşu boşuna buraya kadar gelmiş oluyordu. Haftada iki günlük kahvaltı değişimim üçe çıkarılmıştı. Bu bende iyiden ziyade kötü etki yaratıyordu. O adamı kafamdan atamıyordum kabuslardan sonra uyanıkken de karşıma çıkmaya başlamıştı. Ani tepkiler vermemeye çalışıyor, gördüklerimi belli etmemek için elimden geleni yapıyordum. Çünkü eğer bende bir sorun olduğunu anlarlarsa ilaçlarımı arttırırlar böylece üstüme yapışan bu hastalık damgasından asla kurtulamazdım. Diğerleriyle konuşmayı deneyecektim. Akıllılar beni anlamıyorsa belki deliler anlardı. Önce Oktay'dan başlayacaktım. Ne de olsa kendini doktor sanan oydu ve çözüm üretmekte bana yardımcı olabilirdi. Yemek saatinde onu birine ilaçların yan etkisinden bahsederken buldum.
-"Merhaba bugün nasılsın?"
-"İyiyim siz nasılsınız? Ben de tam sakinleştiricilerin yan etkisinden bahsediyordum. Ayrıca sizi şoka sokabilecek ataklar..."
-"Ben aslında size bir şey soracaktım."
-"Tabii buyurun? Engin bilgilerimden yararlanmanıza yardımcı olabilirim."
Ona her şeyi en başından anlattım. Kamp yapmaya gittiğimiz günü, o adamı görmeye başladığım ilk kabusumu, Derya'nın itiraflarını, beni her gün ziyaret edişini, şüphelendiğim her şeyi.
-"Dediğim gibi şok etkisi yaratıcı bazı ataklar..."
Anlamsızdı, beni dinlemiyordu bile. O an ne yaptığımı fark edip ne kadar saçmaladığımı anladım. Oturmuş, kendini doktor sanan ve bana sakinleştirici ilaçların yan etkisinden ve saçma sapan şok verici ataklardan bahseden akıl hastanesindeki bir adama hayatımı karartan olayları anlatıyordum. Bu karmaşayı ben bile çözememişken onun çözmesini beklemek büyük bencillikti. Şansımı Ebru'da denemeye karar verdim. Her zamanki gibi pencerenin önünde oturmuş dışarıyı seyrediyordu. Sessizce yanına bir sandalye çektim.
-"Nereye bakıyorsun?"
-"..."
-"Manzara çok güzel değil mi? Bu kadar güzel bir yeri kaptığın için bazen seni kıskanıyorum."
İlgisini çekmiş olacaktım ki başını çevirip hüzünlü gözlerle bana baktı.
-"Eski halime bakıyorum. Eskiden ben de senin gibiydim."
-"Benim gibi derken? Ne demek istiyorsun?"
-"Saf, ait olmadığı bir yerde olan. Ama bak şimdi ait olduğum yerdeyim. Buraya uyum sağladım."
-"Nasıl yani? Sen aslında hasta değil misin?"
-"Benim burada olmamın nedeni üvey babam. Pisliğin tekiydi. Hiç bir zaman bir baltaya sap olamadı. Annem ona yetmeyip bana dadandığında on bir yaşındaydım. Her gün kendi kendime yemin ettim büyüdüğümde o adamdan hem annemi hem kendimi kurtaracaktım. Ama o benden daha zeki çıktı. Bana ilaçlar vermeye başladı. Kabuslar görüyordum, halüsinasyonlar, gerçek olmayan şeyler anlarsın. En sonunda annemi de inandırdı ve sonunda kendimi burada buldum. Ama sen benim kadar şanslı değilsin."
-"Ne demek istiyorsun?"
-"Benim hayallerim buraya gelince son buldu ama sen öyle değilsin. Yakında gerçekten hasta olduğuna inanmaya başlayacaksın. Müdürle konuş. Cevapların onda."
Ben bir şey söylemeye fırsat bulamadan kafasını çevirdi ve beni hafifçe itekledi. Evet belki de bu kız sandığım kadar hasta değildi ama tamamen normal olduğunu da söyleyemezdim.

DÖRDÜNCÜ AY
Derya'yı bir sonraki ziyaretinde dinlemeye karar verdim. Ertesi gün her zamanki saatinde geldiğinde  bu defa kulaklığı kulağıma taktım ve beklemeye başladım. Şaşırmıştı. Onu dinleyeceğimi tahmin etmiyordu. Heyecanla konuşmaya başladı.
-"Beni dinlemeye karar vermene ne kadar sevindim anlatamam! Ben sana bugün güzel bir haber getirdim. Gökhan'la evleniyoruz! Ne yazık ki kötü bir haberim de var. Sen düğünümüze davetli değilsin. Zaten davetli olsan da gelemezdin. Üzgünüm..."
Yüzünde söylediklerinin tam tersini düşündüğünü belli eden bir sırıtma vardı. Üzgün falan değildi. En yakın arkadaşım bu psikopatla evleniyordu ve ben engel olamıyordum. Üstelik ailemden sonra çocukluk arkadaşım da beni yüz üstü bırakıp bu şeytana uymuştu. Yine de sinirlerime hakim olacaktım.
-"Senin nasıl bir şeytan olduğunu ne pahasına olursa olsun kanıtlayacağım." dedim.
Sinir bozucu bir kahkaha patlattı ve
-"Hiç durma tatlım. Bir deliyi kim dinlerse ona ispat et bildiklerini. Bu arada kahvaltı ziyafetin benden."
Suratına bakmaya daha fazla dayanamadım. Elim ayağım sinirden titriyordu. Hışımla kulaklığı çıkardım ve kapıyı çarparak odadan çıktım. Odama geldikten birkaç dakika sonra hemşire kahvaltıyı getirdi. Bir vuruşta tepsiyi yere fırlattım ve müdürü görmek istediğimi söyledim. Ne yapacağını şaşıran hemşire dışarı çıktı. Daha sonra iki hemşireyle geri geldi ve beni odadan çıkartıp uzun bir koridor boyunca kollarımdan sıkıca tutarak yürüttüler. Sanki kaçmaya çalışacakmışım gibi... Sola döndük ve beni bir odaya sokup kapıyı arkamdan kapattılar. Önce beni bir yere hapsettiklerini sandım ancak karşımdaki masada bana dikkatle bakan bir adam oturuyordu: hastanenin müdürü.
-"Bilmek istiyorum." dedim.
-"Neyi?"
Çok sakindi sanki geleceğimi önceden biliyordu.
-"Neden bana Derya'nın getirdiği kahvaltının verildiğini öğrenmek istiyorum. O kahvaltıyı istemiyorum. Ben deli değilim buraya gelmeme o sebep oldu ve ne olduğunu bilmiyorum ama getirdiği yemeklerin içinde bana iyi gelmeyen bir şeyler var."
-"Sizin gibi hastaların durumunda paranoyaklık çok görülen bir durumdur. O genç kızın sizi ziyarete gelen tek kişi olduğunu biliyorsunuz. Sizi ailenizden bile çok ziyaret eden bir arkadaşınızın böyle bir şey yapacağını sanmıyorum. Şimdi hemşirelere size biraz daha sakinleştirici vermesini sağlayacağım böylece kabuslardan bir nebze de olsa kurtulmuş olacaksınız."
-"Hayır anlamıyorsunuz o benim arkadaşım falan değil ben ilaç istemiyorum burada neler olduğunu bilmek istiyorum. Beni böyle...durun!"
Sanki bir düğmeye basılmışçasına odaya iki güçlü hemşire girdi ve beni kollarımdan tuttukları gibi odadan çıkardılar. Var gücümle debeleniyordum. Koluma bir şırınga yedim ve sürüklenerek yatağıma taşındım. Göz kapaklarım kapanmadan önce odamın kafesli penceresinden müdürün beni izlediğine bahse girebilirdim. Sonraki günlerde Derya beni ziyarete gelmedi. Artık kahvaltılarda da bir değişiklik yoktu. Tekrar yulaf ezmesi ve kahveye geri dönmüştüm. Yine de kabuslarım bitmek bilmiyordu. Artık gerçekten çıldırmaya başladığımı düşünüyordum. Geceyarısı uyandığımda odamın karanlık köşesinde, yarısı olmayan kanlı suratındaki gözleriyle bana bakıyor, üzerime yürüyor, gözlerimi kapatıp açınca yok oluyordu. Ama her şeyiyle çok gerçekti. Ebru bir daha benimle hiç konuşmamıştı. Hatta yüzüme bile bakmadı. Sanki benimle konuştuğu o gün bir hayal ürünüydü. Böylece buradaki yalnız günlerime geri döndüm.

ALTINCI AY
Artık iyice zayıfladım. Getirilen yemekleri yemeyi reddediyorum ve bana şok tedavisi uyguluyorlar. Vücudumun her yeri acıyla kasılırken tedaviden çok işkenceye benziyor. Bu insanlık dışı sözde tedaviye EKT diyorlar. Elektriği yedikten sonraki ya da önceki hiç bir şeyi hatırlayamıyorum. Sanki uzay boşluğundan gelmişim gibi. Bazı günler kendi adımı bile hatırlayamıyorum. Genellikle kol ve bacaklarımda morluklar oluyor. Nasıl olduklarını bilmiyorum ya da hatırlamıyorum. Hiçbir şeyi hatırlayamıyorum. Bana zorla yemek yediriyorlar ve içinde ne olduğunu bilmediğim serumlar bağlıyorlar. Her şey çok kötü, hiçbir şey düşünemiyorum. Sağlıklı düşünemiyorum. Sağlıklı olarak geldiğim bu hastanede korkunç bir biçimde hayatımı sürdürüyorum.
Aynı anlarda hastane müdürünün odasında tanıdık bir kişi var ve benim bilmediğim bir konuşma yapılıyor.
-"Bunu daha ne kadar sürdüreceğiz bilmiyorum. İşimi bu nedenli riske atmam mümkün değil."
-"Yapma baba. Buradaki herkes deli. Yaptıklarını anlamalarına imkan yok. Hemşireler ve hasta bakıcılar desen işlerini bitirip bu korkunç yerden evlerine gitmekten başka dertleri yok, hiç bir şeyi sorgulamıyorlar bile ayrıca hepsi sana sonsuz saygı duyuyor, ağzının içine bakıyor. Şu konuştuğu kızı da etkisiz hale getirdiğini söyledin hem neydi adı?"
-"Ebru. Onunla konuştuğunu görmüşler. Hiç kimseyle konuşmayan Ebru onunla konuşmuş. Sonra da benimle konuşmaya geldi. Ebru'ya ağır ilaçlar veriyoruz bir daha konuşacağını sanmam. Ayrıca onu özel bir görüşmede açıkça uyardım gözü yeterince korkmuştur."
-"Zaten gerçekleri öğrense bile bu haldeyken kanıtlayamaz. Çocukluk arkadaşı hatta ailesi bile ona sırtlarını döndüler. Artık herkes onun deli olduğuna inandı."
-"Belki de gerçekten deliriyor Derya. Oynadığımız oyun gerçek oldu."
-"Sakın bana üzüldüğünü söyleme baba. Anneme yaptıklarını bilmiyormuş gibi davranma. Ailesi sayesinde hapse bile girmeyip o şaşalı hayatına devam ettiğini unutma. O konfor içinde yaşayıp yıllar önce çarpıp kaçtığı kadını unuturken, ben çektiklerimizi unutmadım. Annesiz kalmama yol açtığı için ondan ölesiye nefret ediyorum."
-"Biliyorum. Ama annenin öldüğünden haberi olmadığını söylemiştim sana. Cenazeye geldiklerinde ailesi beni tembihlemişlerdi."
-"Öyle bir günde bile prenses kızlarını düşünecek kadar iğrençlerdi ve sen hala bu kıza yaptıklarımız için üzülüyorsun. Sen pes etsen de ben sonuna kadar devam edeceğim. Ben akıl edip hastaneye yattığı gün karşılarına müdür olarak en yakın arkadaşını çıkarmasaydım, seni anında tanıyacaklardı ve planımız suya düşecekti belki de sen vazgeçip her şeyi anlatacaktın. Görüyorum ki haklıymışım."
-"Tamam Derya. Seni hiç bir şekilde yalnız bırakmam biliyorsun. Senin de her gün ziyaretine gelip şüphe çekmen saçmaydı. Ayrıca getirdiğin ilaçları yemeğine karıştırıyoruz hala merak etme. Artık git. EKT sonrası onu kontrol etmeliyim."
-"Biz bir dahiyiz."


SEKİZİNCİ AY
Günler giderek daha da bulanıklaşıyor ve anlamsızlaşıyor. Artık odamdan hiç çıkarılmıyorum. Zaten kımıldayacak halim de yok. Buraya neden gelmiştim. Kimdim ben? Her şey çok bulanık. Hangi yıldayız onu bile hatırlayamıyorum. Aylardır aynaya bakmadım. Kim bilir ne haldeyim. Çok uykum var. Hep uykum var. O gece yarısı ansızın uyandığımda beni beklediğini biliyordum. Kabuslarımın kahramanı, burada olmama neden olan yarım suratlı adam. Artık ona karşı koymayacaktım. Bana doğru gelmesini engellemedim, bağırmadım kıpırdamadım. Çelimsiz vücudumla karanlıkta ben de ona doğru yürümeye başladım. Bana her adım atışında yere kanı damlıyordu. Boğazıma sarıldı. Beni ele geçirmesine izin verdim. Her yerimde korkunç derin kesikler açılmaya başladı. Başım dönüyordu. Vücudumdan akan kanla birlikte hafifliyordum. Kendimi tamamen bırakmadan önce "Aslında her şey gerçekti. Bu bir halüsinasyon değil, hepsi senin kadar gerçek." dediğini duydum.

ERTESİ GÜN
Müdür duyduğu tiz çığlıkla odasından fırladı. Sabahın erken saatleriydi ve şimdiden hastalar olay çıkarmaya başladı diye düşündü. Çığlığın geldiği odaya girdiğinde gördüğü manzara karşısında donakaldı. Şoka girmiş hemşireyi almaları için diğer hemşireleri çağırdı. İçerisi kan gölüne dönmüştü. Hayatında hiç bu kadar fazla kan görmemişti. Bayılacak gibi oldu. Hemşireler çığlık çığlığaydı. Ortalık korku filminden fırlamış gibiydi. Yatakta kızıyla hazırladıkları planın kurbanı yatıyordu. Her yerinde korkunç kesikler vardı. En fenası da kafasının gövdesinden neredeyse tamamen ayrı olmasıydı. Gözleri yerlerinden çıkmış gibi açılmıştı. Yere bakınca, yatak ve tuvalet dışında bomboş olan odada, bu dehşet verici manzaranın sorumlusu paramparça olmuş sürahinin kanlı kalıntılarını gördü.



10 Ağustos 2012 Cuma

Halüsinasyon

O yaz hep beraber kamp yapmaya karar vermiştik. Gökhan, Cem, Derya, ben. Gökhan benim çocukluk arkadaşımdı Derya da Cem'in. Derya'yla o sene okulda tanışmıştık. Kendi halinde, eğlenceli bir kızdı. Cem ise durduğu yerde duramayan tiplerden. Gökhan'la beş yaşından beri tanışıyorduk. Aile dostumuzdu ve tanıştığımız ilk günden beri yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmemişti. Benim can dostum gerektiğinde dert ortağım olmuştu. Ondan başkasına güvenemez olmuştum. Gerçekten de yeri doldurulamaz bir arkadaştı. Üzgün olduğumda beni güldürür, yeri geldiğinde benimle beraber ağlardı. Dördümüz mükemmel bir ekip oluşturmuştuk. Sanki her birimiz diğerini tamamlıyordu. Hatta Derya'yla Gökhan'ın arasında bir şeyler olacak gibiydi ve bu değişimi Cem'le beraber hınzırca izliyorduk. Yola çıkmamıza bir gün kalmıştı. Her şey hazırdı. Uyku tulumları, çadırlar, yiyecek içecekler... Maceraya kollarımızı açmış bizi bekleyen şeylerin bir an önce gelmesini heyecanla bekliyorduk. Bir karavan kiralamıştık ve gideceğimiz güzergahlar tamamen belirsizdi. Her şey aklımıza estiği gibi olacaktı. On beş gün de olsa geçireceğimiz en eğlenceli yaz olacağından emindik. Ama öyle olmadı...
Yola çıkacağımız gün Gökhan beni sabah erkenden uyandırdı. Beni evden aldılar ve yolculuk başladı. Doğanın dingin ortamında hepimiz huzur bulacak, üstümüzdeki yüklerden arınacaktık. Birkaç saat sonra bir markette durup içecek bir şeyler aldık ve bilinmezliğe doğru tekrardan yola koyulduk. Akşama doğru Derya'yla Cem uykuya dalmıştı. Biz de Gökhan'la saçma muhabbetlerimizden birini yapıyorduk ama benim de çok uykum gelmişti. Bir an gözümü kapadım. Derken keskin bir fren sesi ve parlak bir ışık beni henüz daldığım uykumdan uyandırdı. Neler olduğunu anlamak için Gökhan'a baktım. Bir an o da uyuyakalmış olmalıydı. Derya'yla Cem de uyanmışlar, şaşkın gözlerle ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Gökhan panik içindeydi.
-"Sanırım birine çarptık." dedi.
Kafamdan aşağı kaynar sular boşalmıştı. Derya'nın beti benzi atmış bana bakıyordu. Şimdi ne yapacaktık? Hepimiz karavandan inmiş, kime çarptığımızı anlamak için yola bakıyorduk. Arabanın tamponunda ve yolda kan vardı. Ama ortalıkta kimse gözükmüyordu. Herhalde bir hayvana çarptık diye düşündüm. Onca kanı görünce fena olmuştum. Daha fazla bakmaya dayanamadım ve karavana geri bindim. Nefesimi tutmuş olacakları bekliyordum. Derken diğerleri de benimle aynı kanıya varmış olacaklardı ki karavana geri geldiler. Şimdi direksiyonda Cem vardı ama ortama ölüm sessizliği hakimdi. Çarptığımız kişinin ya da şeyin esrarı bütün enerjimizi alıp götürmüş, hepimizi sindirmişti. Herkes kendini sakinleştirmeye çalışsa da Cem'in ellerinin titrediğini, Gökhan'la Derya'nın boş bakan gözlerle oturduklarını gördüm. Ben de kafamı toparlayamıyordum. Sabaha karşı kamp yapacağımız yere geldik. Karavanı park ettikten sonra eşyalarımızı aldık ve ormanın derinliklerine doğru yürümeye başladık. Bir göletin yanında harika bir alan bulduk ve oraya çadırlarımızı kurmaya başladık. İşimiz bittiğinde hepimizin açlıktan öldüğü gözlerimizden anlaşılıyordu. Tam ortaya ateş yaktık ve etrafında toplanıp getirdiklerimizi yemeye başladık. Yazın ortasında havanın bu kadar soğuk olabileceğini kim bilebilirdi ki? Bir iki saat sonra hava aydınlanmaya başlamıştı ve o sıkıntılı anın hatırasını kafalarımızdan atmıştık. Yorgunluktan ölüyordum. Yumuşacık uyku tulumumun içine girip hemen uykuya daldım.
Etraf karanlıktı. Uzaktan çok parlak bir ışık seçiliyordu. Korkuyordum, üşüyordum. Kaldığımız yerden çok uzakta olmalıydım çünkü tanıdık tek bir yaprak bile yoktu. Diğerleri beni bırakıp nereye gitmişlerdi? Uzaktaki ışığın güven veren parıltısına doğru yürümeye başladım. Yaklaştıkça ışığın içinde bir karaltının durduğunu fark ettim. Ben adım attıkça garip bir ses geliyordu. Yere baktığımda yapış yapış kırmızı bir sıvının üstünde yürüdüğümü anladım. Bileklerime kadar kana bulanmıştım. Kafamı kaldırdığımda karaltı epey yaklaşmıştı. Arkası dönük bir insandı bu. Yavaş yavaş yüzünü bana dönmeye başladı. Gördüğüm manzara karşısında tutulup kalmıştım. Suratı paramparça olmuş hatta yarısı gitmiş bir adamdı baktığım. Kanlı ellerini bana doğru uzattı. Çığlık atmak istedim ama sesim çıkmadı. Adam üstüme doğru geliyordu. Ayaklarım yerdeki kan gölüne yapışmıştı, hareket edemiyordum. Arkama baktığımda karavanımızı gördüm. Bastığım kan gölü arkadaşlarıma aitti. Adamın ellerini boğazımda hissettim. Giderek daha da sıkıyordu. Sıktı,sıktı,sıktı... Ta ki nefesim duruncaya kadar.
Gökhan'ın beni sarsmasıyla uyandım. Nefes nefese kalmıştım ve ter içindeydim.
-"Uykunda garip şeyler sayıklıyordun iyi misin?"
Hepsi sadece korkunç bir kabustu ve şimdi geçmişti. Çadırdan çıktığımda diğerlerinin gölete girmekte olduğunu gördüm. Kıyafetlerimi çıkarıp ben de suyun harika ılıklığına kendimi bıraktım. Birkaç şakalaşmadan ve su yutmadan sonra hepimiz kurulandık ve kahvaltı ettik. Yemek yerken kimseden ses çıkmıyordu. Daha sonra ormanın içinde gezintiye çıkmaya karar verdik. Çantalarımızı ve birkaç konserve yiyeceğimizi aldıktan sonra yola çıktık. Hava epeyce ısınmıştı. Manzara harikuladeydi. İlerleyen saatlerde ufak bir şelale bulduk ve onun kenarında yemeğimizi yedik. Gördüğüm kabusun etkisinden kurtulmuştum. Diğerleri de dün geceki olayı unutmuş gözüküyorlardı. Beni iten bir elle kendimi suyun içinde bulmamla düşüncelerimden sıyrıldım. Gökhan her zamanki sevimsiz şakalarından birini yapmıştı yine. Su buz gibiydi yine de dibe daldım. Bir taraftan da görebildiğim kadarıyla suyun dibindekileri inceliyordum. İleride kayalık benzeri bir karaltı vardı. Merakıma yenildim ve oraya doğru ilerledim. Yaklaştıkça bunun bir kayalık olmadığını anladım yine de net göremiyordum. Ona dokundum ve yosun olduğunu düşündüğüm garip yumuşaklıkta bir şey elime değdi. Tutup kendime çevirdim ve dehşetle bunun bir insan kafası olduğunu fark ettim. Üstelik dün gece rüyamda gördüğüm adamdı. Tek bir farkla: yüzünün diğer yarısı olduğu gibi yerindeydi. Bir anda gözlerini açtı. Çırpınmaya başladım ama beni yakalamıştı. Sanki daha da derine batırmaya çalışıyordu. Neyse ki bir el beni sudan çekip çıkardı. Bu Derya'ydı. Neler olduğunu anlayamamıştı. Hepsi bana korkulu gözlerle bakıyorlardı. -"Onu gördüm, orada bir adam vardı."
Cem'le Gökhan da dibe daldılar ancak orada hiç bir şey yoktu. Sadece kayalar... Ama ben emindim, orada bir adam olduğuna bahse girebilirdim. Tabi ki hiç biri bana inanmadı. En iyisi geri dönmekti. Kendimi tatili berbat eden kişi gibi hissediyordum. Bir taraftan da bana inanmadıkları için içten içe onlara kızıyordum. Ertesi gün her şey normale dönmüştü. Eski neşeme kavuşmuştum. Yine de bazen Gökhan'nın tuhaf bakışlarıyla karşılaşıyor, "Ben iyiyim" dercesine gözlerimi kırpıyordum.
Birkaç gün sonra yemeklerimiz bitmişti ve Gökhan'la Cem karavanı da alıp bulabildikleri en yakın marketten ya da benzinciden yiyecek bir şeyler alacaklarını söyleyip gittiler. En iyi ihtimalle akşama kadar Derya'yla ikimiz kalacaktık.
-"Bana gördüğün rüyadan bahsetsene. Gökhan anlattı da biraz."
Gökhan'ın rüyamı Derya'ya anlatmasına içerlemiştim aslında biraz yine de anlattım.
-"O gece olanların yan etkisi, önemli bir şey değil." dedim.
Ben anlatırken korkmuştan çok, bu durumdan zevk alıyormuş gibi bakıyordu, gözleri duyduğu heyecanla parıldıyordu. Ama bunun üstünde çok durmadım. İlgisini çekmiş olmalıydı. Elindeki şarabı bana uzattı.
-"Bunu iç sakinleşirsin ben biraz yürümeye gidiyorum."
Bunun iyi bir fikir olduğunu düşünmüyordum. Kaybolabilirdi ama nedense bunu ona söylemedim. Şarap gerçekten de iyi gelmişti ve hiç olmadığı kadar uykumu getirmişti. Uyandığımda sabah olmuştu. Nasıl bu kadar uyuyabilmiştim? Üstelik yine aynı kabusu görmüş, bir türlü uyanamadığım için de bu işkenceyi çekmeye mecbur kalmıştım. Derya ortalarda gözükmüyordu, çadırında da yoktu. Onu aramaya karar verdim. Temiz havayı içime çekerek ve üstlerine bastıkça hışırdayan yaprakların sesini dinleyerek yürümeye başladım.  Sonunda korktuğum başıma geldi. Kaybolmuştum. Bu bölgeyi hiç tanımıyordum ve her yer birbirine benziyordu. Nereden geldiğimi bile unutmuştum. Zaten rezalet olan yön duyguma güvenip de buralara kadar gelmem bile saçmaydı. Belki de Derya da şu anda beni arıyordu. Telefonumu da yanıma almamıştım zaten alsam da burada çekeceğini hiç sanmıyordum. Yere oturup düşünmeye başladım. Oradan oraya koşuşturup da daha fazla kaybolmaya hiç gerek yoktu. Durup bekleyecektim. O kadar da uzaklaşmış olamazdım nasıl olsa beni arayıp bulurlardı. Bu düşüncelerle akşamı ettim. Şimdi hava kararmaya başlıyordu. Korkmaya başlamıştım. Kalkıp yürümeye karar verdim. Şansım varsa tanıdık bir yere varırdım. Bilmediğim bir yerde kurda kuşa yem olmayı beklemeye gerek yoktu. İlerledikçe etraf daha da sessizleşiyordu. Ben yürürken bir kaç saat geçmiş olmalıydı çünkü hava artık göz gözü görmeyecek şekilde kararmıştı. İyiden iyiye yorulmuştum ve sabahtan beri hiç bir şey yemediğimi hatırladım. Böyle ne kadar daha devam edebilirdim bilemiyordum. Çok güzel olmasını umduğum tatil daha şimdiden amacından sapmaya başlamıştı. Uzakta seçemediğim biri duruyordu. Bizimkilerden biri olmasını umdum ve bağırmaya başladım.
-"Bakar mısınız acaba? Kayboldum yardımcı olabilir misiniz?"
Artık yürümüyor koşuyordum. Aradaki mesafe kapanmak bilmedi ama sonunda ona yaklaşmıştım. Bizimkilerden biri değildi. Yine de bana yardımcı olabilirdi. Belki de kampçılardan biriydi. Omzuna dokundum.
-"Bakar mısınız?"
Arkasını döndüğünde gözlerime inanamadım yine o adamdı. Bunun gerçek olması imkansızdı. Pis bir sırıtmayla yüzüme bakıyordu. Var gücümle koşmaya başladım. Nereye gittiğimin bir önemi yoktu. Bu kabustan derhal kurtulmak istiyordum sadece. Geldiğim yönün tam aksi yönde koşuyordum. Nefes nefese kalmıştım. Kalbim hem korkudan hem yorgunluktan yerinden çıkacakmış gibi hızlı atıyordu. Koştum, koştum sonunda ana yola çıkmıştım. Çıldırmış gibi geçen arabaların önüne atladım. Korna sesleriyle kulaklarım sağır olmuştu. Sonra önümde bir karavan durdu ve beni içeri aldılar. Deli gibi çırpınıyordum. Biraz sakinleşince Cem'le Gökhan'ı fark ettim. Cem şaşırmış gözlerle bana bakıyor, Gökhan da bir taraftan direksiyona hakim olmaya çalışırken beni sözleriyle sakinleştirmeye çalışıyordu.
-"Aklından zorun mu var senin? Ne işin var burada? Derya nerede? Neden arabaların önüne atladın?" Kulaklarım Cem'in arka arkaya sıralanan sorularını duymuyordu. Hala yaşadığım paniğin geçmesini bekliyordum.
Kamp yaptığımız alana gidince Derya'nın ateşin başında oturmuş olduğunu gördüm. Anlayamıyordum. Nasıl bu kadar sakindi? Gökhan'la Cem'in gelmesi neden bu kadar uzun sürmüştü? Derya'nın kocaman açılmış gözleriyle bana doğru gelmeden önce güldüğüne yemin edebilirdim. Yoksa aklımı mı oynatıyordum?
-"Gökhan'la Cem döndüklerinde sen uyuyordun daha sonra tekrar gerekli şeyleri almaya gittiler. Yürüyüşten döndüğümde seni bulamadım bu yüzden de onlara haber verip gelmelerini söyledim. Seni beraber arayacaktık. Neyse ki buradasın!"
Derya'nın söyledikleri kulağımda yankılanıyordu. Bir anda onun samimiyetinden şüphe etmeye başlamıştım. Nedenini anlayamıyordum, eksik parçalar vardı ama her şey bana verdiği şaraptan sonra olmuştu.
-"Yarın buradan gidiyoruz" dedim.
Hepsinin şok olmuş ifadelerini görmezden gelerek çadıra girdim. Birkaç günde sinirlerim harap olmuştu ve daha fazla buna dayanamayacaktım. Hepsi sanki yola çıktığımız ilk gece olanlar hiç olmamış gibi davranıyordu ama ben yapamıyordum. Bir türlü aklımdan çıkartamıyordum. O adamı her yerde görmemi anlamlandıramıyordum. Bir süre sonra uykuya daldım. Uyandığımda dışarıdan fısıltılar duydum. Benim hakkımda konuşuyorlardı. Kesin delirdiğimden şüphe ediyorlardı. Benim için tatillerini yarıda kesmeyeceklerdi. Beni sakinleştirme ve eski halime döndürme görevi Gökhan'a verilmişti. Konuşulanları duymamış gibi yaparak dışarı çıktım zaten onlar da hemen konuşmayı kestiler. Hiç konuşmadan kahvaltımızı ettik. Bütün bu süre boyunca Derya'nın bakışlarını üzerimde hissettim üstelik ona baktığımda gözlerini kaçırmak yerine bakışlarını üstüme dikmeyi sürdürdü. Sonraki günlerde ne yaparsam yapayım onları buradan ayrılmaya ikna edemedim. Zaten kabusların da gerisi gelmemişti. Enteresan bir şekilde anında kesilmişlerdi. Geldiğimiz günden bu yana bir hafta geçmişti. Sonunda buradan ayrılıp başka bir yere kamp kurmaya karar vermişlerdi. Ben hiç bir söze karışmıyor gördüklerimle ilgili hiç bir şeyden bahsetmiyordum. Yine de ayrılma kararına ne kadar sevindiğimi anlatamam. Sevinmek için çok erken olduğunu o günün gecesi anladım.
Yatmaya hazırlanıyordum. Yatmadan önce her zamanki gibi getirdiğimiz şaraptan birkaç bardak içtim ve çadıra girdim. Derya da peşimden geldi ve
-"Biraz yürüyüş yapmak ister misin ne de olsa burada son gecemiz" dedi.
En yakın arkadaşlarımın bile hakkımda konuştuğu tek şey delirmeye başladığımdı. Bu yüzden de onları haksız çıkarmak istedim ve Derya'nın teklifini kabul ettim. Bu benim en büyük pişmanlığım, sonumun başlangıcı oldu.
Gökhan'la Cem uyumuşlardı. Cırcır böceklerinin sesi eşliğinde gölete doğru yürümeye başladık.
-"Biliyor musun senden hep nefret ettim." dedi Derya bir anda.
Önce dediklerini idrak edemedim daha doğrusu inanmak gelmedi içimden.
-"Neden?" dedim.
Bu çok anlamsızdı bilmek istiyordum.
-"Hatırlamıyorsun bile değil mi? Senin için başına iş açacak küçük bir belaydı sadece. Benim hayatımı mahvetmiş olman umurunda bile değil. Ama senden ölesiye nefret ettim hep. Hatta bazı zamanlar öl istedim."
Giderek korkmaya başlamıştım.
-"Tamam bu kadar yeter ben dönüyorum."
Ama ben daha ayağa kalkmaya fırsat bulamadan kolumdan sertçe çekti ve beni gölete doğru itti.
-"Seni öldüremeyeceğim için senin için daha acılı olan yolu seçtim. O gece çarptığımız şey büyük ihtimalle sadece bir hayvandı. O kadar kan görmenin sebebi sana belli etmeden bazı ilaçlar vermemdi. Halüsinasyon görmeni sağlayan ilaçlar... İçtiğin şarabın içinde, ya da yediğin yemekte. İnan bana kolay olmadı ama şimdi son noktadayız ve buna değeceğine söz veriyorum. Yaptıklarım ve yapacaklarım için özür dilerim. Ama üzgün değilim."
Bunlar bir tek benim duyduğum ve sonradan kimseyi inandıramayacağım sözlerdi. Orada öylece durup beni izliyordu. Göletin içinden çıkmaya çalışırken ıslak yapışkan bir el kolumu sardı ve beni geri çekti. Bu yine o adamdı. Bu sefer suratı ilk gün gördüğümdeki gibi paramparçaydı. Her yerinden kanlar damlıyordu. Beni gölete çektikçe benim de her yerime kanı bulaşmıştı.
-"Bunu bana sen yaptın." dedi "Sadece sen."
Çığlık çığlığaydım korkudan ölmek üzereydim. Elinden kurtulmaya çalıştıkça daha da batıyordum. Şimdi sadece Derya değil Cem'le Gökhan da beni izliyordu. Derya ağlıyordu. Daha doğrusu ağlıyormuş gibi yapıyordu ve bunu bir tek ben biliyordum. Çırpınmaya devam ediyordum ama hiç biri bana yardım etmiyordu. Panikle etrafımda kesici herhangi bir şey aramaya başladım. Suyun dibine elimi daldırdım ve iri bir taş çıkardım. Beni suya doğru çeken adama vurmaya başladım. Beni tutan ellerine vururken kendi kollarımı da yaralamıştım. Sonunda Gökhan beni tutup çekti ve adam bir anda yok oldu. Nereye kaybolduğunu anlamamıştım.
-"Neden bu kadar uzun sürdü? O adamı görmediniz mi neden öylece dikilip izlediniz?"
-"Hangi adamdan bahsediyorsun? Sen iyi değilsin. Bağırıp duruyordun ve birden kendine vurmaya başladın."
Kulaklarıma inanamıyordum.
-"Her şeyi o yaptı! Her şeyi planladı. Beni delirtmeye çalışıyor! O yaptı! En başından beri!"
Derya'yı işaret ediyordum. Bağırmaktan yorgun düşene kadar aynı şeyleri tekrarlayıp durdum. Nasıl bu kadar güzel rol yapabiliyordu? Cem donup kalmıştı. İkisi de bana inanmamışlardı. O adamı görmüştüm, hayal olamazdı bana dokunduğunu hissetmiştim. Sonunda yorgunluktan baygın düştüm. Gözümü açtığımda karavandaki yatakta yatıyordum. Hafif sarsıntılarla yolda gitmekte olduğumuzu anladım. Sonunda bu cehennemden kurtuluyorduk demek ki. Doğrulmaya çalıştım. Başım çatlayacak gibi ağrıyordu.Kollarımda sargılar olduğunu fark ettim. Dün geceyi hatırladım. Derya okuduğu dergiden başını kaldırıp
-"Uyandı." dedi alçak sesle.
-"Nereye gidiyoruz? Bu kızı yakınımda istemiyorum artık. Anlamıyorsunuz her şeyi o yaptı!"
Aniden Cem beni kollarımdan tuttu ve yatağa oturttu. Beni o kadar sıkı tutmuştu ki kollarımdaki yaraların sızlamasıyla dişlerimi sıktım. Bunu fark etmiş olacak ki ellerini gevşetti.
-"Çok derin değildi biz de birkaç ilk yardım malzemesiyle hallettik. Bak saçmalıyorsun. Derya'nın hiç bir şey yaptığı yok. Sen delirmiş haldeyken nasıl korktuğunu hepimiz gördük. Ve tatil bitti seni hastaneye götürüyoruz."
-"Ne? Benim hastaneye falan ihtiyacım yok ben.."
Derya'nın "Ben hallederim." dediğini duydum.
Yanıma yaklaştı ve "İyi uykular" dedi.
Ben daha söylediğinin anlamını çözmeye çalışırken koluma bir şırınga sapladı ve her şey aniden bulanıklaştı.
Her yer bembeyazdı. Gözümü kamaştırıyordu. Bu yüzden nerede olduğumu anlamak için seslere kulak kabartmaya karar verdim. En son ne olmuştu, ne yapıyordum hatırlamıyordum. Dışarıdan tanıdık sesler geliyordu. Ağlamaklı ince bir ses, diğer iki kalın ses ve tanımadığım bir ses daha. İnce olanın Derya olduğunu anladım diğerleri de Cem'le Gökhan'ın sesi olmalıydı. Ama diğerini tanımıyordum.
-"Sanırım ağır bir panik atak geçirmiş. Anlattıklarınıza bakılırsa onu buraya getirmekle en iyisini yaptınız."
-"Ne kadar korkunçtu tahmin bile edemezsiniz. Ailesini çocukluğumdan beri tanırım. Onlar da perişan. Şimdi işlemleri hallediyorlar."
-"Onu burada ne kadar tutacaksınız acaba?"
-"Tedavisi ne kadar sürer bilemiyoruz. Anlattıklarınıza ve yaptığımız tetkiklere göre şizofren belirtisi gösteriyor ama kesin bir şey söyleyemem. Yine de çevreye zarar vermemesi açısından müşaademiz altında tutulmalı."
Duyduklarımı yanlış mı anlamıştım? Beni bir akıl hastanesine kapatmışlardı. Bu doğru olamazdı. Bütün bu olanlara inanamıyordum. Asıl buraya kapatılması gereken kişi dışarıda acılı arkadaşı oynarken, gerçekleri bilen ben buradaydım ve kimse beni dinleme zahmetine girmemişti.
-"Ben deli değilim çıkarın beni buradan! Asıl hasta ruhlu buraya sokmanız gereken kişi o!"
Yanıma giren hemşireler serumuma bir şey enjekte ettiler ve uykuya dalarken hayal meyal gördüğüm manzara; bulunduğum odanın kafesli penceresinden ağlayarak beni izleyen annem ve babamdı.



                                                        ........DEVAMI GELECEK........

9 Ağustos 2012 Perşembe

Direnç

Düşününce daha önce üstünde durmadığı detayları sonradan fark ediyor insan. Aslında en başından ondaki tuhaflığı anlayabilirdim. Her yerde karşıma çıkmasından, yüzünün çok tanıdık gelmesinden, sanki beni benden daha iyi tanıyormuş gibi konuşmasından anlamalıydım. Ama görmek istememiştim. Kibarlığı ve düşünceli tavırları beni kör etmişti. O tavırların, hasta bir beyni gizlemek için sadece ucuz bir paravandan ibaret olduğunu nereden bilebilirdim ki? Onun elindeki tutsaklığımın 157. günü. Hepsi gözümün açılmaya başladığı ve ona "Bitti artık gidiyorum."  dediğim gece başladı. O güne tekrar dönmek yaşadığım acılardan daha zor. Yine de bu manyaklığın içinden kurtulacağım gün geldiğinde olup biten her şeyi herkesin öğrenmesini istiyorum. Ona bitti dediğimde yıldönümümüzden bir hafta önceydi. Sonrasında tek hatırladığım ağzıma takılmış kancalarla, kollarım ve bacaklarım kalın kemerlerle bağlanıp yattığım dişçi koltuğuna benzer koltuğa sabitlenmiş şekilde olduğum. Kaç saat olduğunu bilmiyordum. Kaç saattir tuvalete gitmediğimi ya da kaç saattir su içmediğimi de. Hatırladığım en son şey evimde geçirdiğim son geceydi. Gerisi karanlık, boşluk. Geri gelir diye korkuyordum. Alnımdan soğuk terler boşalıyordu. Kımıldayamıyordum, ses çıkaramıyordum hatta nefes alamıyordum. Etrafta lastik, nem ve ayakkabı boyası kokusu vardı. Genzim yanıyor, midem bulanıyordu. Aynı onun suratını gördüğümde olduğu gibi. Bana yaptıklarından sonra artık sadece midemi bulandırıyor. Beni aramaya başlamışlar mıdır diye düşündüm. 24 saati geçmişse neden olmasın? Nerede olduğuma dair en ufak bir tahminim yoktu. İnsanın bir yıl boyunca beraber yaşadığı kişiyi tanıyamamış olması ne korkunç. Şimdi canice hazırladığı planının kurbanıydım. Dehşetle karanlığın içinden bana yaklaştığını fark ettim. Üzerinde o iğrenç kanlı gömlek vardı yine. Kokusu midemi bulandırıyordu. Kim bilir benim gibi kaç kişiyi daha böyle kurban etmişti burada. Karnıma kramplar girmeye başlamıştı. Sakin olmamı söyledi. Alnımı öptü tiksinç dudaklarıyla. Elindeki şırıngayı hayal meyal fark ettim. İçinde yeşil bir sıvı vardı. Karnıma sapladı bir anda. Birkaç dakika sonra karnımdaki dayanılmaz kramplarla baş etmeye çalışıyordum. Kancalarla açık tuttuğu ağzımdan içeri iğrenç böcekler sokmaya başlamıştı. Boğazımın tıkandığını hissettim. Nefes alamıyordum, ciğerlerim yanıyordu. Daha sonra başucuma bir sandalye çekti ve koluma bir serum bağladı. Serumun içinde ne vardı bilmiyorum ama hayatımda hiç bu kadar acı çekmemiştim. Sanki daha fazla acı çekmem için beni uyanık tutmaya çalışıyordu. Vücudumun lime lime olduğunu parçalara ayrıldığını hissediyordum. Beni doğradığından emindim artık. Ama göz ucuyla baktığımda hiçbir yerimde herhangi bir kesik yoktu. Derken bir anda gözlerim karardı. Daha fazla dayanamayıp ağrı şokuna girmiş olmalıydım. Uyandığımda ağzımda bir ıslaklık hissettim. Önce bana acıyıp su içirdiğini düşündüm ama bu ıslaklığın kendi kanım olduğunu anlamam uzun sürmedi. Kancalar hareket etmeye başlamış, dudaklarımı kenarlarından çekerek parçalıyordu. Bağırmak anlamsızdı, debelenmek de.. Üzerinde yatmakta olduğum koltuk yavaşça hareket etmeye başladı. Giderek yukarı kalkıyordu. Koltuk ilerledikçe kancalar yüzümü parçalamaya başladı. Daha fazla dayanma gücüm kalmamıştı artık. Ölmek istiyordum. Ölmeyi en derin şekilde arzuluyordum. Yaşasam da ne için yaşayacaktım ki? Olmayan bir ağız, parçalanmış bir surat ve delik deşik olmuş bir karın için mi? Dahası ben ölene kadar bana neler yapacağını bilmiyordum. Bu sadece başlangıç olabilirdi. Dizlerimin sanki yerinden çıkmışçasına çıtırdamasıyla düşüncelerimden sıyrıldım. Kaçmayı zaten hayal bile edemiyordum. Bu iğrenç mekanizmadan kurtulsam bile kırık dizlerle ayağa kalkmak ve bu korkunç acıya dayanmak imkansız olurdu. Artık hiç bir uzvumu hissetmiyordum. Bilincim yarı kapalıydı. Loş odada suratıma eğildiğini fark ettim. "İşte asıl şimdi bitti." dedi ve sonunda kendimden geçtim. Gözümü açtığımda yatağımdaydım. Üstelik bana sarılan bir el korkudan sıçramama neden oldu. Bu oydu. "Sakin ol" dedi "Sadece kabustu, geçti." İnanamıyordum. Her şey o kadar gerçekti ki o korkunç anların sadece uykumda beynimin bana oynadığı bir oyun olduğuna inanamıyordum. Yine de biraz daha sakinleşmiştim. Yataktan kalktım ve banyoya yöneldim. Acıyla dizlerimde kocaman morluklar ve şişlikler olduğunu fark ettim. Yüzümü yıkadıktan sonra aynadaki görüntümle karşı karşıya geldim. Ağzımın kenarlarında kanlı dikişler vardı. Lavabonun kenarında ağzıma soktuğu kancalar duruyordu. Üstündeki kurumuş kan lekelerini fark ettim. "Nasıl?" dedi. "Eserimi beğendin mi? Beni çok uğraştırdın ama buna değdi." Korkudan kımıldayamıyordum. Başıma gelenler kabus değildi. Hepsi yaralarım kadar gerçekti ama bundan kimsenin haberi olmamıştı beni kimse aramamıştı. O günden bugüne değişen tek şey çektiğim acıların ve ona duyduğum nefretin artan katsayısı. Değişmeyen tek şeyse bir gün onun elinden kurtulacağıma dair taşıdığım ümit.



8 Ağustos 2012 Çarşamba

Yalnızlık Gezegeni

Siz etrafınızda konuşacak kimsenin kalmaması ne demektir bilir misiniz? Durmadan konuşan kalabalığın arasında, arka fonda bir uğultu yapayalnız kalmak nasıl bir histir bilir misiniz? Anlatacak bir sürü şey olduğu halde sizi dinleyecek tek bir kişi bile yoktur. Çünkü anlatacaklarınızı dinlemesini istediğiniz tek tük kişi de sırtını dönmüştür size. Konuşmak istediğiniz insanların sırtıyla burun buruna gelirsiniz. Susmasını ölümüne istediğiniz insanlarsa başınızın etini yer durur. Sizi hiç anlamamış asla da anlamayacak insanlardır bunlar. Siz ne anlatırsanız anlatın kelimelerin kulaklarından uçup gideceği insanlar. Sizi anlayacak, gerçekten istekle dinleyecek kimse kalmamıştır artık. Yalnız başınızasınızdır. İtiraz edesiniz bile gelmez. Öylece susup hayatınız başkasınınmış gibi izlersiniz sadece. Sizin diliniz de mühür bağlamıştır artık. Olmasını istediğiniz ama bir türlü gerçekleşmeyen şeyleri değiştiremeyeceğinizi anlarsınız bir anda. Sanki başka bir gezegendeymişsiniz gibi gelir. Farklılaşırsınız, başkalaşırsınız..
Kendi yalnızlığınızdan sizi tutup çıkaracak biri olmadığı için orada boğulmaya mahkumsunuzdur. Yalnızlığın dibine o kadar vurursunuz ki, konuşacak tek kişi kendinizsinizdir artık. Sizin dertleriniz, mutluluklarınız, heyecanlarınız başkalarına küçücük gözükür. O kadar küçüktür ki ayaklarının altında ezip geçebilecekleri kadar görmezden gelirler. Yine de pes etmez , çırpınırsınız çaresizce. Çabalarınız sonuç vermedikçe daha da dibe batarsınız. Sizi anlayanlar gitmiştir. Daha da kötüsü sizi anlamayanların arasına düşmüşsünüzdür. İşte yalnızlıktan daha kötüsü de budur. Tek başınızayken en azından gezegeninizin tek türüsünüzdür ama yanınızda farklı türler belirdikçe kendinizi daha da derinde, daha da garip hissedersiniz. Yüzeysel ilişkilerin bitmesi bu kadar acıtmaz da, en yakınınızdakinin anlayışının tükenmesi -hem de ihtiyacınız olduğu bir anda- etinizden et çeker sanki.
Yalnızlığa öylesine düşmüşsünüzdür ki, basit anlık heyecanlara sığınır kendinizi onlarla avutursunuz. Ama hava karardığında yanınızda kalan tek kişi yine kendinizsinizdir. Bunun ne zaman son bulacağını ya da denemekten ne zaman vazgeçeceğinizi de bilmezsiniz. Bildiğiniz tek şey her pazartesi başlanıp salı bozulan diyetler gibi bir daha denememeye tövbe ettiğinizdir. İşe yaramasa da düştüğünüz bataklıkta çırpınmaya devam edersiniz. Ne var ki uzattığınız el her itildiğinde bataklıkta daha da derine indiğinizden haberiniz bile yoktur. İşte o zaman yalnızlık gezegenine düştüğünüzü anlarsınız ama her şey olup bitmiştir bile.



7 Ağustos 2012 Salı

İnsanoğlu Çiğ Süt Emmiş

Sebepsiz bekleyişler
Anlamsız duygular
Çaresiz arayışlar
Gereksiz yakarışlar

İşte bunlardır insanı insan yapanlar
En karanlık günde umut eden
İnsandır hiç şüphesiz kaderine isyan eden
Hep ister, vermeden geri ister

Daha bebekken önce annesinin kanını
Sonra canını
Sonra da malını sömürür
İnsandır hiç şüphesiz üretmeden tüketen

Çiğ süt emmiş varlıktır
Gerektiğinde acımaz alır canını
Bırakmaz sanır ardında gözyaşı
Oysa çığ gibi büyür içinde kandırdıkları

Vaat eder bir gün ona da vaat edileceğini bilmeden
Karşılık bekler kendisi bir milim gitmeden
Bilmez ki hepimizin yatağı aynı toprak
Üzer, alır, kıyar hiç dert edip pişmanlık çekmeden

Uçsuz Bucaksız

Vadide kaybolmuştu. Kaç gündür aç susuzdu. Hayatta olduğuna dair tek kanıt o küçücük çukurun dibinden gördüğü kimi zaman aydınlık, umut verici; kimi zaman karanlık ve ürkütücü olan gökyüzüydü. Buraya hiç gelmemeliydi. Şehrin keşmekeşinden kaçarken ormanın korkutucu sakinliğinde ölümü bekliyordu şimdi. Tek istediği son zamanlarda yaşadığı şeyleri unutabilmek, biraz olsun kafasını dağıtabilmekti. Şimdiyse hiç ummadığı bir şekilde ölüm kalım savaşı veriyordu. Zamanında vazgeçmeyi denediği hayatına vargücüyle, sıkı sıkı tutunuyordu. Durumunun umutsuzluğunun farkındaydı. Onu burada bulmaları neredeyse imkansızdı. Yine de üç gündür sürekli bu delikten kurtulmayı deniyor, güçsüz kalıp baygın düşene dek çabalıyordu. Kelebekler Vadisi 'ydi burası. Bir günlük ömrü olan canlıların olduğu bir yerde üç gün hayatta kalmış olması mucize gibi geliyordu ona. Büyü bozulmuştu işte. Hayat güzeldi, hayat her şeye rağmen çok güzeldi. Hayatının gözlerinin önünden film şeridi gibi geçmesi saçmalığını bu çukura düştüğü daha ilk anda yaşamıştı. Yalnızdı. Yapayalnız ölecekti. Arkasında hiç bir özleyeni, üzüleni olmadan göçüp gidecekti bu dünyadan. En çok da "onun" tepkisini merak ediyordu. Yaptıklarına pişman olur muydu acaba? Ölümüne üzülür müydü? Akşam bastırınca bunları düşünüyor, yattığı çamurlu yerden kapkara olan gökyüzüne bakarken yanından geçip giden böceklerin sesini duymamaya çalışıyordu. Hayatı boyunca sağduyulu biri olmuştu, kontrolü hep elinde tutmuştu. Şimdiyse hareket etmekten aciz, tuvaletini bile altına yapmak zorunda olan biriydi. Neredeydi o büyük özgüven, kendinden eminlik? İğrendiği canlılarla beraberdi şimdi, onlara muhtaçtı hatta. Yalnızlığını onlarla paylaşıyor, ortak bir kadere imza atıyordu. Bunu hakedecek ne yaptığını düşündü durdu. Hep o şişko tıknaz kadın yüzündendi. Onu lafa tutmuş, gruptan ayrılmalarına sonra da yollarını kaybetmelerine yol açmıştı. Salak sonra da kaçıp gitmişti işte! Anlattığı şeyleri dinlememişti bile. Kim bilir hangi saçmalıklar yüzünden düşmüştü bu lanet olası yere.
Beşinci günün sonunda sefil bir şekilde kılını bile kıpırdatamaz haldeydi. Çaresizlikten kendi tuvaletini içmiş; yemek için böcekleri, tırtılları nafile bir çabayla yakalamaya çalışmıştı. Şu anda her şey bitmişti. Yolun sonu gelmişti. Yattığı yerden gözleri kapalı vaziyette son defa "onu" düşündü. Bütün kasları sanki kemiriliyormuş gibi ağrıyordu. İnsanın kendini yiyip bitirmesi böyle bir histi herhalde. Kolunda bir kımıltı hissedip gözlerini açtı. Tam orada dünyanın en güzel kelebeği duruyordu. Pembe, mor ve turkuaz renklerle bezeli kanatlarını narin ve hafifçe sallıyordu. "Beni götürmeye geldi" diye düşündü. "Bir günlük ömür biçilen bu dünyada fazla bile kaldın" dercesine.. Kelebek kanatlanıp uçtuğunda içindeki kemirilme hissi de yok olmuştu. Artık o sefil çukurdan çok çok uzaklarda, belki de o kelebeğin yanındaydı.

1 Ağustos 2012 Çarşamba

Rüya Görmek

Artık rüya görmek istemiyorum. İçine uyandığım hayatın rüyamdakinden çok daha kötü durumda olduğunu görmek istemiyorum. İnsanları rüyamdaki gibi iyi sanmaktan yoruldum. Ya insanlar rüyamdaki gibi olsun ya rüyalar gerçekleri yansıtsın. Her uyandığımda rüyamın gerçek olduğunu sanmaktan sonradan anlayıp hayal kırıklığına uğramaktan yoruldum. Alıştığım ya da unuttuğum şeyin rüyalarla bana tekrar hatırlatılmasından yoruldum. Hayali bir serapta yaşayıp uyandığında gerçekle yüzleşmek en yorucu en dengesiz gelgit. Ya sonsuza kadar uyuyup olmasını istediğim hayatın rüyasını göreyim ya da uyumak rüyalarla işkenceye dönüşmesin. Bir güzelliği tadıp uyanınca onun aslında var olmadığını görmek kadar acı vericisi var mı? İnsanı delirtici bir gerçeklikten sürükleyiş değil de nedir rüya görmek? Kabuslar uyandığına şükretmeyi öğretir, rüyalar yaşadığın hayatı beğenmemene; daha iyi, daha güzel bir yer olduğuna inanmana neden olur. O güzelliği gerçekleştirebileceğin hayaliyle yanıp tutuşursun hatta bazen bunu denersin ama nafiledir. O güzellik aklının sana oynadığı bir oyundur sadece. İstediğin gizli gizli hayalini kurduğun şeydir. Repliklerini ve senaryosunu senin yazdığın bir oyundur. Keşke kendi yazdığı, kendi yönettiği oyunda oynayabilse insan. Ya da sadece karakterleri istediği gibi yaratıp bıraksa, su yolunu bulurdu zaten. Benim için rüya görmek yorgunluk ve hayal kırıklığından başka bir şey değil. Rüya görmenin işe yaradığı tek alan gerçeğin suratına şaplak gibi indiği an sanırım. Yani uyanma anı rüyanın rüya olduğunu anladığın andaki gerçekle yüzleşmeyi öğrendiğin an. Her şeyin bir sebebi olduğuna inanırım ama rüya görmenin ne haklı bir sebebi ne de bir açıklaması olabilir manevi anlamda.  Dediğim gibi ben rüya görmek istemiyorum artık. Hayali bir dünyaya özenmek ve gerçek olmasını beklemek değil yaşadığım hayata şükretmek istiyorum.

Lastik Botlar

Karanlıktı. Etrafta yağmurun huzur verici sesinden ve lastik botlarımın şapırtılarından başka ses yoktu. Elimdeki torbanın ağırlığı cılız kollarımı güçsüz düşürüyor, yürüyüşümü yavaşlatıyordu. İskeleye varmama az kalmıştı. Korkuyordum aslında. Bu işe nasıl bulaşmıştık hala anlayamıyordum. Bunu yapmayı neden kabul etmiştim onu da hatırlayamıyordum. Onu taksim taksim taşımaya karar vermiştim. Başka çarem yoktu. Kalanlar arabamda beni bekliyordu. Normalde uykumdan asla feragat etmeyen ben, can dostum dediğim insan için bu fedakarlığı yapmayı kabul etmiştim. Sonuçta ikimizin de bu işten çıkarları vardı. Sanırım benim çıkarım daha ağır basıyordu ama işin kolay kısmını üstlenmiştim. Çok canı yanmış mıydı acaba? Şimdi bunları düşünmenin zamanı değildi. Hava aydınlanmadan işimi bitirmeliydim. Bu düşüncelerle iskeleye gelmiştim. Son bir gayretle gücümü toplayarak torbayı denize savurdum. Önce batmadı. Panik olmuştum. Neredeyse denize atlayıp torbayı geri alacaktım. Neyse ki planımız işe yaradı ve torbanın içindeki taşlarla beraber o da batmaya başladı. Vakit kaybetmeden arabaya geri döndüm. Şu anda ne yapıyordu acaba? Beni bu işte yalnız bıraktığını düşünmeye başlamıştım. Evet işin zor kısmını kendisi halletmişti sağ olsun ama yine de bu ondan kurtulmaya çalışmanın kolay olduğunu da göstermiyordu. Bagajdan kalan parçaları da aldım. Daha hızlı olmalıydım. Vaktim kalmamıştı. Birkaç saat sonra hava aydınlanacaktı ve eğer yetiştirebilirsem mutlu son, daimi özgürlük beni bekliyordu. İçimde bir ferahlama hissettim. Aynı yolu tekrar yürümeye başladım. Yağmur şiddetlenmişti. Ayaklarım çamurların üstünden kayarak sanki benden ayrılarmışçasına ilerliyorlardı. Sanki birazdan torbanın içindekiler hareket etmeye başlayacak, "Neden?" diye soracaklardı. "Üzgünüm bunu sana yapmak istemezdim." Üzgün müydüm gerçekten? Bütün hayatım boyunca daha doğrusu kendimi bildim bileli bunu istememiş miydim? Bilmiyordum. Zaten bunları düşünmek için artık çok geçti. Yolu yarılamıştık hatta yarıdan da fazla. Yüzünde gördüğüm son ifade nasıl da kazınmıştı aklıma. İş bittiğinde aklıma gelen tek şey o ifade olmuştu. Çaresiz, şaşkın, her şeyin bir yalan olmasını dileyen bakışlar... Elimdeki son üç torbayı da, bir önceki gibi sırayla denize fırlattım ve hepsinin teker teker batmasını izledim. En ağır olan torbayı ilk seferde atmıştım herhalde yoksa üç torbayı birden aynı anda taşımama imkan yoktu. Keşke geri dönüşümlü torbalara koysaydım diye düşündüm aniden. Şimdi bunların yok olması yüz yıllar sürecek. Bu gecenin bedeli olarak yüz yıllar... Ama o bana yaptıklarından sonra bunu bile haketmiyordu. Hava aydınlanmaya başlamıştı. Artık eve dönme zamanıydı. Lastik botlarımı bagaja fırlattım ve topuklu ayakkabılarımı giydim. Yağmur da hafiflemişti ne de olsa. Suç ortağım olan lastik botlarım biliyordu bir tek bu gece aslında nerede olduğumu. Beraber işlemiştik bu suçu. Benim gibi sakin, sessiz birinden beklenmeyecek şeylerdi bu gece yaptıklarım. İnsanların üzerimde kurdukları tabuları yıkmış, yerle bir etmiştim bu gece. Yapmıştım işte. Bir tek ben biliyor olsam da yapmıştım. Eve gidip sıcak bir duş aldım. İşle ilgili bir kaç detaya göz attım. Yatmaya gidecekken suç ortağımla göz göze geldik bir an. Girişteki portmantonun yanında duran paspastaydılar şimdi. Gözlerimi kaçırdım ondan. Haklı olduğumu biliyordu. Anlamak zorundaydı. Haketmişti bu sonu. Uyandığımda güneş tepedeydi. Perdelerimi kapatmayı unutmuştum demek ki. Dün geceki can sıkıcı durumu hatırladım yine. Üstümden bir yük kalkmıştı aslında. Televizyonu açıp mutfağa girdim. Parmağımdan akan ılık kanla elimde tuttuğum bıçağı fark etmem bir oldu. Ondan da çok kan akmış mıydı acaba? En çok neresinden akmıştı? Ertesi gün hiç bir şey olmamış gibi işe gittim. Bu soruları kendime değil diğer suç ortağıma sormam gerekiyordu. Ama sanki hiç tanışmıyormuşcasına birbirimizin gözlerine bakamıyorduk. Yalnız kalmaktan korktuğumuz için ikimiz de tüm gün kalabalığın arasına saklanıyorduk. Günlerdir lastik botlarımı kaldırmamıştım paspasın üzerinden. Temizlikçiyi de çağırmıyordum eve suç ortağımı görmesin diye. Bir hafta sonra televizyonda gördüğüm bir haberle kendime geldim. Silivri yakınlarında bir sahilden çıkan cesetten bahsediliyordu haberlerde. Yaklaşık iki haftadır suda olduğu için kimliği tespit edilememişti. Zaten edilse de paramparçaydı. Hayat çok tuhaftı gerçekten. O lastik botları bana o almıştı. Şimdiyse bana aldığı tek hediye olan suç ortağımla yarattığımız eserin sonucunda, üç kuruşluk torbaların içinde paramparçaydı.