31 Temmuz 2012 Salı

Kirli Palto


Görünmezdi sanki, insanlar o orada yokmuşçasına geçip gidiyorlardı ve hiç varolmamışçasına. Hatta kaçıyorlardı. Görmezden gelmek için görünmez at gözlükleriyle yürüyorlardı yolda. Ela anketördü. Kimsenin sevmediği, herkesin kaçtığı, vakit alan, sülük gibi yapışan insan damgası yediği bir meslek... O da bayılmıyordu bu duruma ama Ela değişiklikleri sevmezdi değişemezdi de. Hüznü sevmezdi çünkü duygu değişikliklerini sevmezdi. Duygu değişikliklerini sevmezdi çünkü alışkanlıklarından kopmayı sevmezdi. Farklı duygu farklı maske demekti. İnsanların ondan beklediği ifadenin maskesi. Suratında taşımaktan bıktığı, iğrendiği, sıradan insanların kopyası olan bir maskeydi o. Tıpkı çalışırken taktığı sahte gülücük saçan maske gibi. İçindeki nefreti, kızgınlığı, küçümsemeyi gizleyen maskesi; onun tek ailesi, tek yakınıydı şimdiye kadar. Her sabah sekizde kalkar, aceleyle banyo yapar, eline ne gelirse üstüne geçirir çıkardı evden. Bütün gün yüzünde aynı maske sokaklarda çalışırdı onu görmeyen insanların arasında. Akşam yedi oldu mu da evin yolunu tutar, köşedeki marketten alışverişini yapar kapanırdı eve. Kimseyi sevmezdi Ela. Belki de kimsenin de onu sevmediğini düşündüğü içindi. Yaraları yoktu diğer insanlar gibi, hataları pişmanlıkları yoktu onun. Sorumluluğunu aldığı biri, sırtında bir yükü yoktu. Düşünecek saçmalıkları üzülecek basit dertleri sarmıyordu etrafını. İçinden herkesi küçümser, dışından özenirdi. Ya da tam tersi. Yüze gülen olmaktansa arkadan vurmayı tercih etmişti hep, acı çekmeden önce acı çektirmişti. 
Her günkü rutinlerini tekrarlamadığı, alışkanlıklarını bozduğu o gün anlamalıydı bir şeyler olacağını. Taşıdığı maskenin ağırlığından yorulmuştu artık o yüzden de o gün evden çıkmamaya karar verdi. Tanımadığı insanların arasında kaybolmaya paydos verdi o günlük. Akşamüstü olduğunda hiç cevap vermediği telefonundaki mesajları dinlemeden çıktı evden. Evinin yakınındaki parkta ilk defa sıradan biriymiş gibi yürüyordu şimdi. Hava kararmaya başlamıştı. Bir banka oturdu sessizce. Uzakta gördüğü karaltıya anlam veremedi önce. Sonra hareket ettiğini hatta titrediğini gördü şaşırarak. Arkasını dönüp gitmeye karar verdi. Bugünlük bu kadar değişiklik, alışkanlıklardan bu kadar vazgeçiş yeterliydi. Bilinmezliğin karanlığındaki kör kuyuya anlamsızca yürümeye gerek yoktu. Ayağa kalktığında bir şey onu geri çevirdi. Ne olursa olsun o karaltının ne olduğunu çözmeliydi. Bu his içini kemirdi birkaç saniye. Karaltıya yaklaşınca onun 7-8 yaşlarında bir oğlan çocuğu olduğunu, üstüne oldukça büyük gelen yamalı pis bir paltoya sarınmış titremekte olduğunu gördü. Çocuğun omzuna dokundu hafifçe. Sıçramasından kendisi de korkan ürkek çocuk hemen ayaklandı. Koşmaya hazırlanırken Ela tuttu onu. 
-"Dur çocuk! Sana zarar vermem. Adın ne?" 
-"Adım yok benim. Ben kimseyim, kimsesizim." 
O anda Ela'nın içinde tanımlayamadığı daha önce hiç tatmadığı bir his belirdi: Acıma. Hiç tatmamış olsa da nefret ederdi bu duygudan. Bu duyguyu hissedenlerden de. Zayıftı hepsi. Bir gün kendisinin de tadacağını bilmeden böyle düşünürdü hep. Kendisinin de anlamlandıramadığı bir coşkuyla çocuğu kolundan tuttuğu gibi çekiştirmeye başladı. 
-"Seni eve götürüyorum açsındır." 
Çocuk şaşkın gözlerle ona bakarken yolu yarılamışlardı bile. O gece koltukta yattı Ela. Hayatında ilk defa birine acımış hatta onun için fedakarlık yapmış, yatağını vermişti. Sanki her şey rüyaydı. Bunca değişiklik, alışılmamışlık sabah uyandığında kaybolacak her şey yerli yerinde eskisi gibi olacak, kirli palto çamaşır makinesinden çocuk da yatağından gitmiş olacaktı. Ne yazık ki öyle olmadı. Ertesi gün hiçbir şey değişmemişti. Sonraki gün de, sonraki hafta da, sonraki ay da. Ela her akşam eve zevkle geliyor, çocukla vakit geçiriyor, onunla geziyor, onunla gülüyordu. Ne Ela bir şey sordu çocuğa ne de çocuk Ela'ya. Sanki ezelden beri birlikte yaşıyorlardı. Sanki Ela'nın onu parkta bulduğu gün hiç var olmamıştı. O güne dair tek iz şu an çöpte olan kirli paltoydu.
Ela'nın tek ailesi maskesi değildi artık. Paltoyla birlikte tek savunması olan maske de çöpteydi şimdi. Parktaki karşılaşmadan tam bir ay sonraydı. Çocuk için özenle döşediği odanın yapılmasından 26 gün sonra. O akşam Ela hiç yapmadığı bir şeyi daha yaptı. Bütün hayatını, düşündüklerini, korkularını, umursamazlığını, hissizliğini, alışkanlıklarına delicesine bağlılığını; tüm bunları gelişiyle yerle bir eden çocuğa anlattı. Bütün gardları inikti şimdi. Olmayan zayıflıkları, mutlulukları çarşaf çarşaf serilmişti önlerine. Çocuk her zaman yaptığı gibi sustu ve gülümsedi. Ela o akşam mutluluğu tattı, paylaşmanın sıcaklığını hissetti, sorumluluk almanın ağırlığını omuzlarına aldı. Sabah uyandığında her şey aynı kalsın istemiyordu artık. Sıkıcı, güvenilir, sabit alışkanlıklarına; değişebilir, acıtabilir ama şaşırtan, yaşadığını hissettiren farklılıkları tercih ediyordu. Ama bu sefer sabah uyandığında her şey eskisinden de aynıydı. O kadar aynıydı ki ne çocuk vardı yatağında ne birkaç parça takısı, ne köşe bucakta biriktirdiği parası, ne televizyonu ne de birkaç tane marka çantası. Çocuğun yokluğunu fark ettiğinde delicesine aramıştı her yeri. Belki de düşündüğünden az güvenmişti ona. O çok sevdiği, güvendiği alışkanlıkları; paylaşmanın mutluluğunu, değişimin verdiği heyecanı da alıp götürmüş; yerine hayal kırıklığını, pişmanlığı ve acıyı yollamıştı. Artık ne maskesi ne de çocuk vardı Ela'nın hayatında. Sadece bir ay önce alışkanlıklarıyla beraber çöpe attığı kirli, yamalı palto vardı. Çocuğun yattığı yerde bir tek boynu bükük o kalmıştı geriye.

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Para Babası

Para denen illet bütün kötülüklerin anasıdır. Para kölelik demektir, zorunlu mahkumiyet demektir, muhtaç olmak demektir. Paran yoksa hiçsin, paran yoksa açsın açıktasın, paran yoksa sen de yoksun. "Parayla saadet olmaz." derler ama günümüzde saadet ancak parayla olabiliyor maalesef. Halbuki para dediğin kağıt parçasından başka nedir ki? Kağıttan tek farkı renkli menkli havalı cukkalı olması. Parası çok olanlar şımarır, tatmin olmak için götü başı dağıtır. Az olanlarsa paralıların kölesi olur, dibinden ayrılmazlar bir gün onların da olması dileğiyle. Parası olan kendini adam sanır. Her şeyi, bütün değerleri o havalı küçük kağıt parçasıyla ölçer. Paran varsa insansındır, yoksa köpek... En kötüsü de orta hallilerdir aslında. Sürekli başına kakarlar, paranın kıymetini bil diye. Aman ziyan olmasın paralar! Para çok önemlidir çünkü. Sağlık parayla, eğitim parayla, kıçımızı sildiğimiz tuvalet kağıdı bile parayla. Beleş şey haramdır. Parayı veren düdüğü bile çalar bu hayatta o derece. Çoğumuzu engelleyen, ayağımızın önünde duran koca taş paradır. Özgürlüğümüzün önündeki kahrolası duvardır. Bazen birinin nefret ettiği insanların yanında kalmasını zorunlu kılan şeydir para. Bazen dilendirir para dediğin bazen yağ çektirir "insan" geçinen tiplere. Dediğim gibi para bütün kötülüklerin anasıdır aslında. Statü farkıdır, hırstır, yoksulluktur, görmemişliktir, kumardır, hırsızlıktır, gasptır, cinayettir. Para belki de yedi günahtan sadece biridir.

24 Temmuz 2012 Salı

Türküm, Doğruyum

Türk milleti sever ajitasyonu, ağlamayı, ağlatmayı, üzülmeyi. Kolay duygulanır Türk insanı, kolay kaptırır kendini. Hoşgörülüdür bizim milletimiz, misafirperverdir, toleranslıdır. O kadar misafirperverdir ki turist gördü mü yardım etmek ister hemen. Turist eğer kadın ve güzelse, (hatta güzel olmasına bile gerek yoktur bazen kadın olması yeterlidir) onların sıcakkanlılık diye tabir ettiği asılma yoluna gider vakit kaybetmeden. O kadar misafirperverdir ki Türk insanı, taksisine aldığı yabancıyı on saat turlatır kısa günün kârı diye. Saygılıdır Türk insanı. Anasına bacısına küfür ettirmez ama yolda gördüğü başkalarının ana bacılarına da laf atmaktan kendini esirgemez. Namusludur Türk insanı. Ahlakının peşinden gider her yerde. Tecavüzü haklı çıkarıp, kadını suçlayacak kadar ahlaklıdır hem de.. Yardımseverdir, yolda bir kaza gördü mü, dayak yiyeni, gaspa uğrayanı fark etti mi kayıtsız kalamaz akbaba gibi üşüşür tepesine izler öyle. Sadece izler ama... Öyle kayıtsız kalamaz ki, iş işten geçene kadar bakar, hafızasına kazır bu seyirlik olayı. Anlatacak bir anısı olmuştur işte. Taşıyla toprağıyla övündüğü ülkesini kirletmekten, oraya buraya eline geçen her çöpü atmaktan çekinmez. Delikanlıdır Türkler.. Karısını kızını döver ama başkasına dövdürtmez, ailesine laf getirtmez. Bütün Türk insanları böyle değildir elbette. Ancak keşke o muazzam özelliklere yakışan insanlar, türklüğüyle övünüp Türk geçinenlere üstün gelse...

Eylül Sabahı

Vapurda martılara simit atan dalgın adamdan başka kimsecikler yoktu. Usulca onu seyrediyordum. Dalgaların huzur verici sesiyle mayışmıştım. Tatlı bir esinti yüzümü yalıyordu. Eylül okulda beni bekliyordu. Akşamdan haberleşmiştik, beraber ders çalışacaktık. Gerçi bu benim bahanemdi. Eylül'le okulun ilk senesi tanışmıştık. Görür görmez de kapılmıştım hülyalı bakışlarına, bir daha da kopamadım. Çok yakın arkadaş olmuştuk, yani o öyle düşünüyordu. Bense içten içe seviyordum onu hem de deliler gibi. Her geçen gün daha da bağlanarak, daha da alışarak. İki gün önce karar verdim ona açılmaya. Okul bitmeden onunla konuşmalı, bu ızdıraba son vermeliydim artık. Bu yüzdendi o gün için erkenden sözleşmemiz.
Vapur iskeleye yanaşırken çarpınca kendime geldim. İçimdeki heyecanı bastıramıyordum. Beyazıt'a geldiğimde kalbim küt küt atıyordu. Gözlerim onun uzun saçlarını, narin bedenini aramaya koyuldu kalabalığın içinde.İşte oradaydı! El sallıyordu bana. İçimi ısıtan gülüşü bacaklarımın tir tir titremesine neden olmuştu. Ona doğru yürürken yıllardır kafamda kurduğum hayallerimi de yanımda taşıyordum. Sımsıkı sarıldı bana. Üniversitenin heybetli kapısından içeri girdik. "Önce medeni usulden başlayalım istersen." dedi. Ancak o zaman anladım kulaklarımı tıkayıp gözlerimi ona kilitleyerek kütüphaneye doğru yürümekte olduğumu. "Tamam" dedim "ama önce seninle konuşmalıyım." Meraklı gözlerle bana baktı. O birkaç saniyede zaman durdu sanki. Bugün bile hatırlarım henüz bir daha göremeyeceğimi bilmediğim o bakışları."Eylül" dedim "beni çok iyi tanırsın değil mi? Bir bakışımdan anlarsın ruhumdakileri, gülüşümden okursun kelimelerimi." Güldü, "evet" dedi "sen neysen ben oyum, ben neysem sen osun, öyle iyi anlarım seni." İçimde bir ümit ışığı yanmıştı. Sanki o da bu anı bekliyordu. Öyle içten bakıyordu gözlerime, öyle anlamlı... "Eylül ben.."
O sırada iri iri açılmış gözlerindeki korkuyu gördüm. Benden çok uzaklara yönelikti bu bakışlar. Daha ne olduğunu anlayamadan gürültülü bir kalabalık etrafımızı sardı. Havada taşlar, sopalar uçuşurken birbirimize tutunmaya çalışıyorduk. O günlerin şartları buydu. Alışkındım. Özellikle de arkadaşlarla yaptığımız eylemlerden oldukça aşinaydım bu durumlara. Yine de Eylül'ü koruma içgüdüsüyle sanki ilk defa böyle bir arbedenin içine düşmüşçesine telaşlıydım. Kendimden çok sakınırdım onu. Derken bir patlama sesi geldi.Etraf dumanla kaplandı. Göz gözü görmüyor, cılız iniltiler dışında hiç ses çıkmıyordu. Eylül'ün üstüne kapaklanmıştım. Etraf durulmuş, kalabalık dağılmıştı. Geçip gitmişti her şey. Etraftaki sis bulutu dağılınca fark ettim avluda kanlar içinde yatan onca insanı. Konuşamıyordum, kollarımın arasındaki sıcaklığı hissediyordum ancak bakmaya korkuyordum. Sonra bir ıslaklık hissettim. Çaresiz eğilip baktığımda Eylül'ün kanla kaplanmış o güzel saçlarını ve alnındaki derin yarayı gördüm. Gözlerini sanki uyur gibi kapamış, huzurlu bir şekilde tebessüm ediyor gibiydi.
O anda bütün hayallerimiz, hedeflerimiz, geceler boyunca yoldaşlarla yaptığımız toplantılarımız geldi aklıma. Eylül'ü kendi savaşımın bir parçasının ortasında kaybetmiştim. Hem de benden bağımsız olarak patlak veren bir savaş. Ulaşmak istediğim, hayalini kurduğum hayatın, merkezine oturttuğum kadına kavuşamadan, o ellerimin altından kayıp gitmişti. Öyle kolayca, öyle sakince, tam Eylül'üme göre... Onu herkesden sakınırken kendimden koruyamamış, kollarımın arasında yitirmiştim.

23 Temmuz 2012 Pazartesi

Büyümek

Büyümek nedir? Artık annemizin kollarında uyumamak mıdır büyümek? Koltukta uyuyakaldığında kucakta odana taşınmak yerine dürtülerek uyandırılmak mı? Akşamları daha geç yatmak mı? Yoksa oyuncaklarımızın sayısının giderek azalması mı? Büyüklerin yaptıklarını yapmakla büyünür mü? Yoksa kocaman insanların içinde küçücük çocuklar mı yetiştiririz bilmeden? Büyümek özenilecek bir şey midir? Her şeyi anlamak isteriz, fark etmek, saygı görmek, büyük yerine konmak isteriz çocukken. "Çocuk değilim ben!" Peki çocuk olmak suç mudur? En masum, en temiz kalmış, en el değmemiş olan değil midir çocukluk? Büyümek farkındalıktır. Büyümek anestezisiz ameliyat olmak gibidir. Büyümek kocaman yükleri küçücük bedenlerimizle taşımak zorunda kalmaktır. Acı çekmek, gerçeklerle yüzleşmektir. Artık sığınabileceğimiz oyuncaklarımız, hayali mekanlarımız, var olmayan oyun arkadaşlarımız yoktur. Bile bile ladestir büyümek. Kendi aklına öylece sıkışıp kalmaktır. Kendini kandırmak, sonra da o kanılan şeye sıkı sıkıya tutunmaktır bazen. Yalnızlıktır büyümek. Evet belki söz dinlememektir aynı zamanda, özgürlüktür ama bunun bedelini etrafında sıfır kurtarıcıyla, tek başına ve en can yakıcı şekilde ödemektir. Tecrübedir, hayallerin bitiş noktası, pembe düşlerin son parkurudur. Büyümek aptallık kaldırmaz, hata affetmez, acımaz, yardım etmez. Büyükler düştüğünde yardım eli uzatan olmaz, kendi kendilerini ayağa kaldırmak zorundadırlar. Çünkü etraflarında her hatalarını hoşgörenler değil, düşene bir tane de tekme vuran "diğer büyükler" vardır artık.



Şu An Her Şey İptal

Şu an her şey iptal. Sanki biri hayatın erteleme tuşuna basmış gibi. Hayat iptal, yemek iptal, gezmek iptal, eğlenmek iptal, aşk iptal, uyku iptal, gülmek iptal. Her şey bir kara delik boşluğunda, havada asılı kaldı. Hayat devam etmiyor, geçici süreli "error" verdi, teknik arıza nedeniyle verdiği rahatsızlıktan dolayı özür diliyor. K*çımın özrü! Kafasına göre takılıyor. Hayat ne ki zaten. Doğ, ye-iç-sıç, uyu, seviş, aşık ol, acı çek, köpekler gibi çalış ve öl. Bunlar için mi her şey? Bütün o savaşlar, mücadeleler, kavgalar, hırslar, çelme takmalar. Hayat işte... Tabiri bile bu kadar. İki kelime sadece. Yemek iptal, gezmek iptal, eğlenmek iptal, aşk iptal, uyku iptal, gülmek iptal. Yazmak da iptal. TEKNİK ARIZA NEDENİYLE VERDİĞİMİZ RAHATSIZLIKTAN DOLAYI ÖZÜR DİLE_*^+%()-24-**0830dnsvfjghjsdb...............

Kardan Serap




Karların içinden çıktı bir anda. Ben daha ne olduğunu bile anlayamadan hem de. O sırada kar topu oynayan kırmızı şapkalı küçük bir kızı ve gülümseyerek onu seyreden, dedesi olduğunu tahmin ettiğim, saçları en az üstüne bastığım kar kadar beyaz olan adamı izliyordum. Kendi dedemi anımsamaya çalıştım, olmadı. Ben daha dört yaşındayken kayan bir yıldız gibi kaybettiğim dedemi... Bizim onunla kar topu oynamaya hiç vaktimiz olmamıştı. Beraber parka gitmeye ya da beni kucağına oturtup masal anlatmasına da fırsat bulamamıştık. Bunun gibi her dedeyle torununun yapacağı nice şeye daha... Ben doğduğumda o bana sadece yattığı yerden bakabilecek kadar hastaydı çünkü. Yanına gidemezdim, ona dokunamazdım, sessiz ve uslu durmalıydım. Annemin bana hep söylediği şeylerdi bunlar. Kafamdan bunları geçirirken bir serap gibi çıkıverdi karşıma. Sanki rüyaydı. Binlerce kez beni gecenin bir yarısı uyandıran rüya... Onu en son gördüğümde yirmi yaşındaydım. "Üzülme" demişti bana, "Yine görüşeceğiz nasıl olsa." Ama görüşmedik. Onu son gördüğüm sokak benim lanetim oldu. Yıllarca oradan geçmemek için bir sürü bahane buldum. Gözlerimi kapadım, kulaklarımı tıkadım. Hatta o gün hafızama kazınan buram buram simit kokusunu ne zaman alsam uçurumların en dipsizine yuvarlandım çaresizce. Şimdi karşımdaydı işte. İri, kahverengi, nemli gözleriyle bana bakıyordu. Kaçmayı düşündüm. Onca yıl içimden, bir yerlerden çıkıp gelmesini istememe rağmen şimdi arkama bakmadan koşarak uzaklaşmak; sıcak, güvenli yatağıma sığınmak istiyordum. Kafamda kurduğum, planladığım hatta adım gibi ezberlediğim sözler buharlaşıp uçmuştu. Bana doğru gelirken ayaklarım yere mıhlanmıştı sanki. Kolumu bile kıpırdatamıyordum. Karşımdaki geçmişim, geleceğim, başlangıcım, sonum olmuştu. Beni derin kuyulara hapsetmiş, kendi kabusumun içine çekiyordu. Yanıma oturdu ve "Nasılsın?" dedi. Onca yıldan sonra ağzından çıkan tek bir soru... Hislerim geri gelmişti. Yanaklarım gözlerimden akan hayal kırıklığı, şaşkınlık ve kızgınlıkla ıslanıyor, dondurucu soğukta alev alev yanıyordu. Beklediğim günün bugün olmadığına karar verdim. Hatta o gün hiç gelmeyecekti. O anda anladım ki benim beklediğim o değildi artık. Ben yıllarca kalbimi kanatan bir rüyayı, kafamda yüzlerce kez kurup bozduğum bir hayali beklemiştim. Bu saatten sonra hiçbir şeyin önemi yoktu. Ne gittiğimiz yerlerin, ne güldüğümüz filmlerin, ne izlediğimiz kuşların ne de uyuduğumuz köşenin hiç bir anlamı yoktu benim için. O benim başımı okşayıp, arkasına bile bakmadan gittiği gün ölmüştü aslında. Şu anda yanımda oturan, varlığıyla beni şaşkına çeviren onun ölüsüydü, zamanda kaybolmuş ruhuydu sadece. Kafamı bile çevirmeden ayağa kalktım. Ayaklarım mıhlandıkları yerden hareket edebiliyordu artık. Şimdi kan bağımızı yok sayıp, hiçbir açıklama yapmadan gitme sırası bendeydi. O nasıl karların arasından çıkıp geldiyse, ben de o karların arasında kaybolup gidecektim sonsuzluğa doğru...

Mutluyduk

Ben aslında ne kadar mutluymuşum,
Mutsuz olmayı unutmuşum.
Gerçek mutsuzluğu tadınca anladım,
Ne kadar basit şeylerle avunurmuşum.
Kader bu, ya yüzüne güler ya arkandan vurur
Hayatın sillesi ondan sorulur.
Anlayamazsın başına gelmeden,
Mutlu olmak nasıl unutulur.
Sabretmek en acı durum
Umursamak en kötü vurgun
Unutmamak aklındaki dipsiz uçurum
Ben aslında ne kadar mutluymuşum.

Hayaller

Şimdilik hayallerle yetiniyorum
Cümlelerinin sonunu ben getiriyorum
Devamı olur mu bilmiyorum
Şimdilik sadece hayallerle yetiniyorum
Çok uzun süre bekledim
Gideceğini bile bile geldim
Meçhule giden yol nasıldır bilirim
İstesem yine yeniden severim
Kalbin taş kesildi anlıyorum
İçindeki sıcaklık yine çıkacak biliyorum
Şansımı sonuna kadar deniyorum
Değişirsin belki hissediyorum
Önce şüphe ettim delirdim
Sonra öğrendim silkindim
Uzaklaşınca sıkıştı ciğerim
Şimdilik bununla da yetinirim
Şimdi sadece bekliyorum
Zor da olsa sabrediyorum
Tek bir lafına şükrediyorum
Hayallerde geziniyorum

Pamuk İpliği

Ben 20 yaşında çok büyük şeyler öğrendim. Hani "hayat pamuk ipliğine bağlı" derler ya; gerçekten de o ipin ne kadar ince, kırılgan olduğunu öğrendim. Yaşadığımız hayatın ne kadar çabuk elimizden kayıp gidebileceğini, kafamıza taktığımız, üzüldüğümüz şeylerin aslında incir çekirdeğini doldurmayacak önemde olduğunu öğrendim. Ben gencecik yaşında hayata gözlerini yuman arkadaşımın arkasından; hiç bir şey olmamışçasına; yaşamak, günlük hayatıma devam etmek zorunda olduğum için kendimden utanma hissinin nasıl bir şey olduğunu öğrendim. Aslında ne dünün, ne yarının hatta "yarın görüşürüz" sözünün bile garantisinin olmadığını öğrendim. "Keşke" lafını iliklerinde hissetmek neymiş onu öğrendim. Hepimiz sonsuza kadar yaşayacakmışız gibi davranırken aslında bunun kendimizi kandırmaktan başka bir şey olmadığını; gerçek pişmanlığın, gerçek umutsuzluğun nasıl hissettirdiğini öğrendim. Biz konforlu evlerimizde, yediğimiz önümüzde yemediğimiz arkamızdayken; üzüldüğümüz, şikayet ettiğimiz şeylerin aslında şımarıklıktan başka bir şey olmadığını, geçen zamanın nasıl da acımasız, katı yürekli, pes etmez ve asla geri alınıp değiştirilemez olduğunu öğrendim. Basit kırgınlıkların ve kızgınlıkların iş işten geçtikten sonra anlamsızlaştığını, geride sadece iyi anıların, son konuşmaların kaldığını öğrendim. Ben 20 yaşında belki ilk değil ama en acı ölümü öğrendim.

Adım Adım Evrim

Kelimelerin yetmediği zamanlar vardır. Israrla ulaşmak istediğin ama ne kadar çırpınırsan çırpın ulaşamadığın, kalın duvarlarına çarptığın insanlar vardır. Söylemek için çıldırdığın ama söyleyemediğin, söylesen de karşı tarafın anlayamayacağı sözler vardır. Tam her şey düzeldi derken hiç ummadığın bir anda tepe taklak olan dünyanın yıkıntıları altında ezildiğin anlar vardır.
Böyle anlarda üstündeki laneti bir türlü kıramadığını düşünür, umutsuzluğa düşüp vazgeçersin. Kadere sövmekle kadere boyun eğmek arasında kalırsın. Hiç bir şeyin değişmeyeceğini bildiğin için; içinde kopan fırtınayı dindirmek, sessiz isyanını bastırmak zorunda kalırsın. Kimi yürür geçer kendini kendisine hapseder; kimi bağırır, söver, isyan eder; kimi neşelenir, gizler. Kendinden kaçsan da, aynaya bile bakamasan da beynini küçük, çirkin bir kurtçuk gibi kanata kanata kemiren şey hep oradadır. Sanki aklının bir köşesinde yeni bir oda açılmıştır ve o odada asla kurtulamadığın, yapışıp kalmış olan ve kazıyıp atamadığın düşünceler barınır. Bu düşünceler senin gölgen gibidir. Sen kaçmak için ne kadar hızlı koşarsan, o gölge senin peşinden o kadar hızlı gelir. Zamanla alışırsın hatta öyle alışırsın ki o gölge seni takip etmeyi bıraktığında sen onu takip etmeye başlarsın.
Koca bir boşluktasındır. Etrafındakiler seni anlamaz, iyice yabancılaşırsın, dışlanırsın, insanları sıkarsın. Çünkü çoğu insan sabırsızdır, anlayışsızdır, bencildir, basit düşünür, senin karışıklıklarını anlayamaz anlamak da istemez. Sen "garip"sindir, onlar "normal". İnsanoğlunun beyni unutkandır, acımasızdır, siler atar anıları gözünün yaşına bakmadan... İnsan beyni o kadar kurnazdır, o kadar işini bilir ki sen ne kadar karşı koysan da karşısında dimdik duramaz, yıkılırsın çaresiz. Beyin öyle sinsi bir şeydir ki kendi sahibine bile oyunlar oynar, kandırır, acı çektirir. Kendi nasıl isterse öyle yönlendirir seni. Sonunda bir de bakmışsın ki sen artık eski sen değilsin.
Aynı şeyleri düşünemezsin, eski sen gibi konuşamazsın. Aynada gördüğün yüz senin değildir artık... Beynin ezeli rakibi olan kalbin bile onun etkisindedir şimdi. Katılaşmış, üzeri kalın bir perdeyle örtülüp kabuklaşmış, his geçirmez olmuştur. İnsanlar buna "güçlü olmak, ayakta durmak" der. Ama güç değildir bu, tam tersine kalbin de beyninin boyunduruğu altındadır artık. Mantık denen şey de devreye girmiştir. Beynin sağ kolu olan mantık... Her olayda sana karışmaya başlar, her muhakemede galip gelir. Artık beyin yalnız değildir. Kalbini esir almasıyla mantığın da güçlenmiştir. Birlikte yavaş yavaş ruhunu da ele geçirmeye çalışırlar.
Baştan aşağı ruhun da donduğunda ayakta durmanın da bir anlamı kalmamıştır artık. Sen de diğer "robot-insanlar" kervanına katılmışsın demektir. Bu saatten sonra sen de onlardan biri olduğun için yadırganmazsın. Şimdi sen de "normal" sindir. Tam da onların istediği gibi. Hayat denen tiyatro sahnesinin, istediği gibi oynatabileceği kuklalarından biri de sen olmuşsundur...