30 Kasım 2012 Cuma

Yaz Mı Kış Mı?




Hangisini sevdiğime karar veremiyorum bir türlü. Yazı mı kışı mı daha çok benimsiyorum bilmiyorum. Yaz insanı mıyım ben kış insanı mı? Küçükken de böyleydim. Yazın kışlık kıyafetler giyer, klimayı açar yerlere pamuktan hayali kar taneleri döküp oynardım. Kışın da yazı özler, yazlık kıyafetlerimi giyer donardım. Böyle ters bir insandım eskiden de. Aslında kararlı geçinirim hep. "Şıp" diye anlarım ne hissettiğimi, neyi sevdiğimi diye düşünürdüm ama bu konuda her seferinde kararsız kalıyorum işte. Yaz manzaraları geliyor gözümün önüne. Turkuaz renkli berrak deniz, bronzlaşmış tenler, cıvıl cıvıl renkli kıyafetler, enerjik yerinde duramayan haller...

Sonra amansız bir sıcak perdesi iniyor gözlerimin önüne. Bunalıyorum bir anda. Gözümün önünü göremez, kıpırdayamaz hale geliyorum. Lanet ediyorum yaza ve insanı nefes almaya bile üşendiren sıcağa. Yaz demek üç ay boyunca tatil demek olmadı benim için hiçbir zaman. Mutlaka bir kısmını, ne yapacağımı düşündüğüm  sıkıcı bir ev hapsi evresi olarak geçirdim her sene. Arkadaşlarıma kavuşmak için okulların açılmasını dört gözle beklediğim zamanları bile bilirim.

Sonra kış geliyor gözümün önüne. Yollar beyaza bürünmüş, sıcak evimde pencere kenarına kedi gibi kıvrılmış battaniyenin altından bir yeni yıl filmi izliyorum. Bu sefer de okul canlanıyor gözümde. Yazın sıkıldığım evime dönmek için can attığım, erken kararan yorgun günler sarıyor etrafımı. Sınavlar, ödevler, vizeler, finaller, notlar, özetler, kitaplar, defterler; karanlık giysiler, üşümekten kızarmış burun ve eller, yazdan kalma o sağlıklı bronzluğun yerini bembeyaz bir solukluğa bıraktığı tenler... Lahana gibi kat kat sarıp sarmalandığım, büzüşerek yürüdüğüm yerlerden bu sefer de yazı özleyerek ve soğuktan şikayet ederek geçiyorum.

Hoş, artık ne yaz yaz gibi ne de kış hakettiği gibi yaşanıyor. Yazın çöl kuraklığı bitsin diye beklerken sonbahar diye bir şeyin sadece adı anılıyor dillerde. Havalar bir türlü tam anlamıyla soğumuyor, insan ne giyeceğini şaşırıyor. Sanırım ben de ruh halime göre seviyorum farklı mevsimleri. O yüzden karar veremiyorum bir türlü hangisini seçeceğime. Yalnız ve mutsuz hissettiğimde; kışın sarıp sarmalayan, kucak açan, derinlerine çeken karamsarlığını arıyorum. Sinirimi bozuyor gözümü alan fazla renkli cıvıltılar. İçim içime sığmadığında; kurtulmak istiyorum bu karanlıktan. Rengarenk bir dünya arıyorum. Sıcaktan bunalıp serin sulara atmak istiyorum kendimi.

Galiba ben en çok fazla bunaltmayan yazı seviyorum. Daha doğrusu elimin altında, gözümün önünde sıcaktan kurtuluşumu sağlayacak olan denizin olduğu her yaz bana göre çok daha güzel. Gidilen yerler gibi mevsimler de yanında sevdiklerin olunca güzel.

Yine de belli olmaz benim işim. Yarın ya da öbür gün kışı daha çok sevdiğime de karar verebilirim. Böyle sürüp giden bir kısır döngünün içinden sağ salim ve sonunda karar verebilmiş bir şekilde çıkabilmek dileğiyle... Çünkü insan sadece ne istediğini bilirse mutlu olabiliyor. İstediği şeyin yerine gelmemesinden çok, ne istediğini dolayısıyla da ne aradığını ve neyle mutlu olacağını bilmeyince mutsuz oluyor insan.

22 Kasım 2012 Perşembe

Huzurlu Mavilik


Her neredeysen burası kapkaranlık, çok soğuk. Gözlerini kapat. Şimdi aç...

Issız bir sahildesin. Ayaklarının altında yumuşacık kumlar var. Karşında uçsuz bucaksız masmavi deniz... Tuzlu kokusunu içine çek, ciğerlerine dolsun bu mavilik. Yavaşça yürümeye başla hafifçe esen rüzgara baş kaldırarak. Sana tatlı tatlı dokunan rüzgarı arkanda bırak. Dalgaların sesini dinle, serinliğinin tenine değişini hisset.

Ruhun hafifçe havalanıyor sanki. Üstünden bir yük kalkıyor çok hafifsin artık. Bedenini sen taşımıyor gibisin. İleride çocuk sesleri duyuyorsun. Gülüşen insanlar var. Rengarenk plastik bir deniz topu havada uçup denize düşüyor usulca. Peşinden bir çocuk koşuyor gülerek. Dalgaların arasına atıyor kendini. Arkasında ona sevgiyle bakan annesini görüyorsun. Önlerinden geçiyorsun ama seni görmüyorlar. 

Biraz daha ilerliyorsun. Epeyce uzakta kayalıklar var. Oraya kadar yürümeye karar veriyorsun. Yürürken yanlışlıkla bir çocuğun kumdan kalesini dağıtıyorsun. Ama çocuk sana bakmıyor bile. Arkana dönüp baktığında kumdan kale yerinde duruyor. 

Rüzgarı arkana alıyorsun bu sefer. Etrafın neden bu kadar tenha olduğunu merak ederek yürümeye devam ediyorsun. Dalgalar ayağının dibine deminki plastik topu getiriyor. Elinden kaçıran çocuk yakalayamamış olmalı. Topu alıp etrafına bakınıyorsun. Çocuk koşarak sana doğru geliyor. Gülümseyerek topu ona uzatıyorsun ama o sanki sen hiç orada yokmuşsun gibi yanından geçip gidiyor. Bu hareketini anlamlandıramıyorsun. 

İlerlemeye devam ediyorsun. Sanki seni tutan hiç bir şey yokmuş gibi yürüyorsun. Bağlarından kurtulmuşsun. Kendini hiç bu kadar özgür hissetmedin. Kayalıklara yaklaştıkça bastığın yumuşak kumlar yerini acıtan çakıl taşlarına bırakıyor. Taşlar giderek keskinleşiyor. Her adımında canını biraz daha yakıyor. Bir süre sonra bu keskin yanma hissine dayanamıyorsun. Yürüdüğün yolda geriye baktığında kırmızı bir iz görüyorsun. Kendi kanın seni yol boyunca sinsice takip etmiş. Ayaklarının üstünde daha fazla duramayıp dizlerinin üzerine çöküyorsun.

O sırada telaşla bir şeye tutunuyorsun. Taş gibi sert ve soğuk ama taş değil. Eğilip baktığında bunun bir insan olduğunu fark ediyorsun. Panikle uzaklaşmak istiyorsun oradan. Huzurlu rüyan bir anda en korkunç kabusa dönüşüyor. Arkanda çığlıklar duyuyorsun. Bir grup insan sana doğru koşuyor. Hepsinin suratında şaşkın, panik olmuş bir ifade var. Onlara yol vermek için ayağa kalkmayı deniyorsun ama onlar sanki sen orada değilmişsin gibi önünden hatta sanki içinden geçerek ilerliyorlar. 

Az önce düştüğünde tutunduğun insanın yanındalar şimdi. Havaya bakıyorsun. Büyük siyah kuşlar acı acı çığlık atarak yukarıda cirit atıyorlar. Sanki ağıt yakıyor gibiler. Kalabalık yerde kanlar içinde yüzüstü yatan insanı ters çeviriyor yavaşça. Bakmak için başını aralarından uzatıyorsun. Uzaktan seni andırıyor. Biraz daha yaklaşıyorsun. Feri gitmiş açık gözleri aynı sen. Burnu, ağzı, hatta saçları her şeyiyle aynı sen. İkizin olsa bu kadar benzer.

"Kayalıklardan düşmüş olmalı!" diyor biri.

Haykırıyorsun. O sen değilsin! Haykırmaya devam ediyorsun ama kimse seni duyup da bakmıyor. Yerde yatan ikizine dokunmak istiyorsun. Ama demin üstünde olan hafiflik yerini yok oluşa bırakıyor. Etraf buğulanıyor sonra silikleşiyor. Bir sis bulutunun içinde kalıyorsun sanki. 

Gözlerini kapat. Şimdi aç...

Yerde yatan cansız bedenin gözlerinden bakıyorsun şimdi dünyaya. Tepene insanlar üşüşmüş. Kanın kokusunu alıyorsun buram buram. Bunlar son hissedişlerin. Denize kaydırıyorsun gözlerini. Son bir bakış atıyorsun mavi huzura. Daha fazla tutunamıyorsun. Kayıp gidiyorsun derinlere. Kulaklarındaki bağırışmalar hafif uğultular artık sadece. Görüntü bulanıklaşıyor. Veda ediyorsun bu huzurlu maviliğe ve dalga seslerine. 





5 Kasım 2012 Pazartesi

Alışmış ile Kudurmuş

"Alışmış kudurmuştan beterdir" derler.

Gerçekten de öyledir. Bir şeye alışmaya görsün insan, kan emiciler gibi sürekli onu ister. Yetmez azı da çoğu da. Hep daha fazlasına ihtiyaç duyar, yetinmeyi unutur bir süre sonra. Kana kana içmek ister iliğini kurutana kadar. Son damlasına kadar içip bitirmek ister. Gittikçe doyumsuzlaşır, bencilleşir. Zaman mekan fark etmeden alıştığı şey onunla olsun, onun olsun ister. Sömürür onu, sahiplenir. Kapatır kendini diğer her şeye. Sadece alıştığıyla olmak ister. Bir tek alışkanlık yapan o kanserli urla mutlu olabilir, oyalanabilir. Başka hiçbir şey tatmin etmez. Sonunda ona bağımlı olur, onsuz titrer elleri. Yapamaz olur. Mutsuzluğa sürüklenir. Esiri olup çıkar alışkanlığının. Öyle alışır ki ona, önceden var olmadığını unutur. Bir gün yok olup gidebileceğini ya da bencillikle tüketirken onun da bir gün bitebileceğini düşünemez. Aklının köşesine dahi getirmek istemez.

Ne var ki yokluğunu kabullenmenin gerektiği bir zaman gelir. Artık ellerinin arasında yoktur o. İhtiyaç duyduğunda sığınıp ardına saklanabileceği, güven veren bir alışkanlığı yoktur artık. Avuçlarının arasından kayıp gittiğinde onu kendine alıştırdığı için lanet eder insan.

"Alışmış kudurmuştan beterdir" derler. Doğrudur. Zayıftır alışmış, güçsüzdür çaresizdir, savunmasızdır. Çabuk kanar inanmak istediği yalanlara. Her şeyin peşinden gider hevesle onu alıştığı şeye götüreceği inancıyla. Ama nafile. İşte insan böyle alışkanlığının yitip gitmesiyle kudurur. Alışmıştan kudurmuşa dönüşür.

4 Kasım 2012 Pazar

Kuş Gibi Özgür



Özgürlük ne kadar önemli aslında. Yemek içmek kadar, hava kadar lazım. Hatta bazen daha da lazım. Özgürlük olmadan ne yemenin ne de nefes almanın bir anlamı kalıyor. En ufak bir sıkıntıda "kuş gibi özgür olmak" deyimi giriyor devreye. Sorumluluk sahibi olmamak, hiçbir yere bağlanmamak ve tek işin gücün hayatta kalmak olduğu bir yaşam...

En ufak bir sıkıntıda, birkaç dakika kapalı bir mekanda kalıp sıkıldığımızda hemen özgülük çanları çalmaya başlıyor içimizde. Sınırlandırıldığımızı hissediyoruz hemen. Bağlarımızı koparıp uçmak istiyoruz istediğimiz yere özgürce. Zora gelemiyoruz hiç. Daralıyoruz, sıkışıyoruz, ezilip büzüşüyoruz sanki bir kutunun içinde. Sınırlarımızı zorluyoruz, isyan ediyoruz, çabalıyoruz özgürlüğümüzü elde edebilmek için. Bazen de sadece susup bekliyoruz. Kabul ediyoruz bize çizilen sınır çerçeveyi. Ya da hiçbir zaman kabul etmiyoruz aslında da, kabul etmiş gibi davranıyoruz. Doğru zamanı bekleyerek sabretmeye çalışıyoruz.

Kuşlar gibi özgür olmak, istediğin yere uçabilmek...

O kadar da özgür müdür kuşlar? Onlar da bağımlı değil midir birilerine ya da bir şeylere? Hiç mi yükleri yoktur sırtlarında taşımaları gereken, hiç mi kurallar tanımazlar uymaları gereken? Mutlular mıdır onlara özendiğimiz kadar? Biliyorlar mıdır sahip oldukları nimetin değerini?

Hep bağlarını koparıp istediği gibi hareket etmek ister insan. Düşünen, konuşan, hareket edebilen bir varlık olarak; kendi beynini kendisi kullanmak, kendi eylemlerini kendisi yönetmek ister. İstediği zaman çekip gitmek, hesap vermemek ister. Ben henüz "Bir şeye bağlanıp ömür boyu onun boyunduruğunda hareketlerim kısıtlı bir şekilde yaşamak istiyorum." diyenini duymadım. Duyduysam da kulaklarımı tıkamışımdır çünkü çok anlamsız geliyor bana böyle bir istek. Belki de kendimi bir kuş kadar özgür hissetmediğimdendir. Ne de olsa insan hep elinde olmayanı, bilmediği tatmadığını ister. Elimde olmayan her şey gibi "kuşların sahip olduğu gibi sonsuz bir özgürlüğe" de açım ben.