22 Temmuz 2013 Pazartesi

Bütün Güzellikler Ölmeli

Daha ilk günden biliyordum onun aradığım kişi olduğunu. Teninin beyazlığı ve kan kırmızısı saçlarıyla dudaklarıydı beni cezbeden. Alıp götürmüştü tüm kederimi daha ilk gördüğüm günden.

Onunla ilk karşılaşmamız o büyük çayırdaki panayırda olmuştu. Güçlü bakışları gözlerime kenetlenince anlamıştım sanki olacakları. İstemsizce ona doğru çekilirken bedenim, elini uzattı bana yavaşça ve sanki ömrüm boyunca bu anı beklemişçesine ben de ayak uydurdum ona. O günü birlikte geçirdik. Büyülü sözleriyle esareti altına aldı beni ve ele geçirdi zihnimi.

Ertesi gün tekrar buluşmaya söz vermiştik. Ona en az dudakları kadar kırmızı bir gül götürdüm. Tüm çiçekler yanında soluk kalacak güzellikteydi dudakları. Pürüzsüz teni bendeki en derin vahşeti uyandırıyordu. En karanlık ve bilinmedik düşüncelerimi süslüyordu ondaki bu saflık ve her şeyden habersizliği. Çok değil birkaç gün sonra bitecekti kederim ve bu anlamsızca kendini bilmezliğim. 

Hayatım boyunca onu beklediğimi biliyordum. Bir şey vardı onda sebepsizce ona doğru çekildiğim. Engellenemez ve öngörülemez büyüsüne kapılmıştım. Sonsuz bir güvenle kabul ettim kederini dindirmeyi. Gözlerindeki karanlığa doğru korkmadan ilerledim. Düşünmüyordum daha fazla, irdelemiyordum. Sadece onun benim için aydınlattığı yoldan yürüyordum.

Sonraki gün ona yaban güllerini göstermeye karar verdim. Daha uygun bir yer olamazdı onun kusursuz güzelliğiyle bütünleşebilecek. İlk karşılaştığımız çayırdaki göle götürdüm onu. Elimde yine tek bir gül vardı nihai amacıma ulaşırken kullanabileceğim.

Ona sonsuz bir güven duyuyor, hiçbir şeyi sorgulamıyordum. Etrafımızda bizden başka kimse yoktu. Sadece suyun zarif şırıltısı ve göle yansıyan güneş ışıklarının yüzüme vurması...

Teninde parlıyordu, hatta içinden geçip gidiyordu sanki güneş ışınları. Daha fazla dayanamazdım. 
"Bana güveniyor musun?" dedim.

"Sonuna kadar." dedi.


Beklediğim an gelmişti. Özür diledim 
"Bütün güzellikler ölmeli." 
Ne olduğunu anlayamadan olup bitti her şey. Gördüğüm son şey yüzündeki şaşkınlık ve huzur karışımı ifadeydi.

Bir kıpırtı hissettim arkamda. Yavaşça dönünce elindeki büyük gri taşı fark ettim. Bir göz kırpmalık zamanda taşın hışımla havada çıkardığı ses ve sert bir darbeyle son buldu her şey. Müthiş bir baş ağrısıyla yere yığılırken gördüğüm son şey büyümüş ve büyüsünü kaybetmiş gözleri bir de anlam veremediğim bir sevecenlikti.

Yavaşça gölün sığ kısmına yatırdım güzel beyaz vücudunu. Elimdeki tek gülü de yanına bıraktım. Üzgünüm dedim ardından bakarken; tüm yaban gülleri aynı yerde büyümeli ve sen de en güzelleri...



28 Nisan 2013 Pazar

Her Seferinde Baştan


Neden hep başkalarına tabi olduğumu düşünüyorum çoğu zaman. Her seferinde "bundan sonra daha bencil olacağım" tarzı içsel cümlelerle bitiyor düşüncelerim. Her seferinde daha da başarısız olarak tutamıyorum kendime verdiğim sözleri. Kafamda hayali bir durum yaratıyor ve kendimi ona inandırıyorum gerçeği görmezden gelerek. Emek vererek ya da emek olmasa da sırf zaman harcanmış olduğu için yıkıp atamadığım köprüler neden oluyor buna. Pire için yorgan yakmamak uğruna katlanıyorum her seferinde bir türlü öğrenemediğim hayal kırıklığı sonuçlu olaylara. Tarih kendini ufak çaplı da olsa tekerrür ediyor ve ben ne yazık ki hiçbir zaman akıllanmıyorum, akıllanamıyorum.

Defalarca soruyorum kendime "neden?" diye. Verilen cevap hep aynı: "sen daha az bencilsin diye." Böylece acı da olsa gerçekliği kavramış oluyorum. İnsanların bencil diye adlandırıp kaçtıkları insanlarla aynı özellikleri göstermeleri bana bu dünyanın bencilliklerden kaçınılamaz olduğunu gösteriyor. Ve yine her zaman yaptığım gibi; "hiç yoktan iyidir" düşüncesiyle elimdekine razı olarak, geçen onca zamanın bana kattıklarına yaslayarak sırtımı, bir sonraki hayal kırıklığıma dek uyku moduna geçiyorum.

Yeryüzünün Doğduğu Yer



Ay çok güzel olacak bu akşam
Güneş bir farklı parlıyor
Yıldızlar göz kırpıyor bana
Çimenler bir farklı biçilmiş sanki

Toprağın kokusu beni çağırıyor
Doğanın kalbi artık daha ritmik atıyor
Sarmaşıklar açmış kollarını
Beni yeryüzünün doğduğu yere çağırıyor


25 Nisan 2013 Perşembe

Uyumak

Uykuyu neden bu kadar seviyoruz?

Uyku bir kaçış biçimidir. Geçici koma halidir. Uyurken dinleniriz, unuturuz, rahatlarız, hayallerimiz gerçeklik kazanır rüyalarda.

Uyku bir çeşit Nirvana'ya eriştir benim gözümde. Vücudumuzdaki her kasın ve kemiğin kendini bırakması ve gevşemesidir. Rahatlamanın en emeksiz ve güzel olanıdır. Havuz yatağında akşamüstü esintisidir uyku. Kuş cıvıltılarının altında, yeşilliklerin arasındaki hamaktır. En kötünün bile saf halidir uyku.

Uyurken herkes masumdur, herkes doğaldır. En temel ihtiyaçlardan biridir uyku. Dinginliğin yapı taşıdır, huzurdur, korkusuzluktur, rahatça kendini bırakabilmektir. Koşulsuz şartsız güvenebilinecek bir şeydir. Kaçmak gerekmez, saklanmak gerekmez, efor harcamak ya da çekinmek gerekmez. Uyku; yargılamadan açar kocaman, yumuşacık kollarını bize ve çıkarsızca sevip, şefkat gösterir kendine has bulutlarının üstünde.

Uyku teslim oluştur. Düşünmek, yorulmak zorunda olmadığımız bir havalanış şeklidir, her şeyin çaresidir. Sadece lafının geçmesiyle bile bizi kendine çağıran büyülü bir şeydir. Mümkün olsaydı uyku halinden hiç çıkmak istemeyeceğim zamanlar hiç de az değil. Uyku haz verir, sakinleştirir, serinletir. Adı bile yeterlidir: uyumak en güzel çaredir.




23 Nisan 2013 Salı

Diziler





Dizileri seviyorum çünkü gerçeklikten kaçma imkanı sunuyorlar. Duymak istemediklerimi hatırlatanlardan kaçabiliyorum rahatça. Olmayı istediğim bir dünyanın içinde bulabiliyorum kendimi kolayca. Hiçbir şeyin zor ve uğraş verici olmadığı, sadece oturduğum yerden izleyerek dahil olduğum bu dünyada mutlu olabiliyorum. Sıkıcılıktan, zorluklardan, basitliklerden kaçıp; bambaşka bir aleme sığınıyorum. Bu bana rahatlık, huzur, duygusallık, mutluluk veriyor. Gerçek hayatta ise; fazlaca gerçeklik, katılık, acımasızlık ve duygusuzluk var.

İstemediğiniz bir durum olduğunda bir diziden diğerine ya da acıklı bir bölümden komik bölüme geçebilirsiniz; ama gerçek hayatta komik bölüme geçebilmek için önce acıklı bölümü atlatabilmek gerekiyor ya da komik bölüme geçebilseniz bile arkasından acıklı bölümün gelmeyeceğinin garantisi yok. İşte ben bu durumu hiç ama hiç sevmiyorum. Bu yüzden de dizilerle kısa süreli mutluluklar yaratıp, gerçek hayattan mümkün olduğunca uzak kalarak kolaya kaçmak işime geliyor.

16 Nisan 2013 Salı

Alternatif


Yakıcı beyazlıkta bir ışığa açıyorum gözlerimi. Etraf o kadar beyaz ki huzurun sesini duyabiliyorum. Ama aynı zamanda rahatsız edici. Boşluktayım. Eğer düşersem beni tutacak kimsenin olmadığı türden bir boşluk bu. Buraya nasıl geldiğim hakkında en ufak bir fikrim yok. Bir tür arafta mıyım yoksa her şeyin farklı olduğu paralel bir evrende mi? Etrafıma göz gezdiriyorum. Birbirinin aynısı beş farklı kapı var. Ben tam ortadayım. Kapıları açıp içlerinde ne olduğunu öğrenme isteğiyle dolup taşıyorum. Merak her yanımı sarıyor. Önce korkuyorum. Bilmediği şeyden korkar insan. Ama öğrenmezse de ömür boyu korkmaktan vazgeçemez. O yüzden cesur olmayı seçiyorum ve seri bir şekilde tüm kapıları açıyorum.

Kapıların ardından, en az bulunduğum yer kadar parlak ışıklar sızıyor. Her ne kadar cesur olmayı seçmiş olsam da içlerine girmeye ürküyorum. Tekrar ortaya geçip beklemeye başlıyorum. Bir süre sonra her kapıdan bir kişi çıkıyor. Hepsi geçmişimden gelen insanlar. Onlar benim ”geçmişim”, onlar benim ”geleceğim”, onlar benim “şimdim”. Onlar; hiçbir zaman içimden söküp atamadığım beş farklı anı. Hepsi benden hesap sormaya gelmişçesine karşıma dikiliyorlar. Ne diyeceğimi bilmiyorum. Aklıma tek bir cümle bile gelmiyor. Derken sırayla konuşmaya başlıyorlar. Onlar konuştukça ben yaralarımın açığa çıktığını ve çırılçıplak kaldığımı hissediyorum. Her biri benimle yaşadıkları anılarını anlatıyorlar. Her cümleyle içimdeki yara daha da büyüyor. Ben dünyadaki en şanssız insan olduğumu düşünürken benim dertlerimden daha büyük acıların da olduğunu fark ediyorum. Her birinin hayatının bir kesimine imzamı atmış biri olarak; kanıma enjekte edildiğini düşündüğüm etkilerin aslında onların yara izlerinde gizli olduğunu görüyorum. Hepsi teker teker benim yarattığım izleri gösteriyorlar tüm açıklığıyla ve tüm saflığıyla. Eserim; büyük bir haşmetle karşımda duruyor. Her farklı seçimimde nelere yol açtığımı gösteriyorlar bana. Unutulma hissini buram buram yaşadığım zamanlarda asıl unutamayanın onlar olduğunu görüyorum.

“Her şey unutulur.” 
“Hiçbir şey unutulmaz.”
“Vazgeçilmez hiçbir şey yoktur.”
“Her zaman vazgeçilemeyen tek bir şey vardır.”

İçimde kalan ukteleri fırlatıyorlar önüme. Yaşanmamışlıkların gizemiyle, pişmanlıklarımı harmanlıyorlar. Artık hepimiz biriz, hepimiz tekiz ve hepimiz aynıyız. Fark yok aramızda.

En sonunda hepsi geldikleri gibi birer birer kayboluyorlar kendilerine ait kapıların ardında. Hepsi beni teker teker terk ediyor. Zamanın geri alınamazlığını yüzüme vururcasına beni tekrar ebedi yalnızlığıma bırakıyorlar.

31 Mart 2013 Pazar

Doğanın Kanunu

Bir başkasına arkanı yaslarsan
Alışmadığın bedenlerde tutunamaz, düşersin
Tanımadığın yüzlere güvenirsen
Kendi içindekiyle yüzleşemez, yenilirsin

Seni istemeyeni istersen
Arzulanana tercih edilirsin
Güvenilmeze güvenirsen
İnanç terk eder seni, altüst edilirsin

Bir yıkıntıdan ev kurmaya kalkarsan
Enkazın altında ezilirsin
Almadan vermeye kalkarsan bu dünyada
Bil ki bencilliklere tercih edilir, terk edilirsin

Ama ne zaman ki sırf kendini düşünür,
Sadece kendine zaman verirsin
İşte o zaman emin ol doğanın kanunu gereği,
Şeytana pabucunu ters giydirirsin



Kendi Kıraş




Aman Allah'ım! Modaya ayak uydurmalıyım
Hemen bir Iphone almalı
Instagram'a milyonlarca hashtag koymalıyım

Gece gündüz Candy Crush oynamalı
Twitter'a da "Lanet olsun Candy Crush bağımlılığı!" yazmalıyım

Millete can isteği gönderildi mi? Oh tamam..
Şimdi uyuyabilirim ama önce bir sonraki level'a geçmeliyim
Bu bir yarış geride kalamam
Aman Allah'ım şarjım bitiyor daha fazla yazamam!

28 Mart 2013 Perşembe

Yarım Kalanlar

Sonunu göremediğin için
Akılda kalır yaşanmamışlıklar
Tadına varamadığın için
Vazgeçilmez olur yarım kalanlar

Büyüsüne kapılıp
Rüzgarında özgürce esemediğin için
Çeler her seferinde aklını
Bilinmeyenin çekici gelen yanı

Her yönüyle keşfedemediğin için
Merakla anarsın her anını
Büyük bir susamışlıkla
Bu yüzden kabul edersin her kapını çalışını

Tüketene kadar dinmez içindeki fırtına
Kor gibi eritir geçmez kapılmadan dalgalara
Durmadan hatırlatır sana zayıf ve aciz yanını
İçinde uktedir tuz basar yarana

Üç Kişi






Onlar üç kişiydiler
Bir an olsun ayrılmaz yapışık üçüzdüler
Athos Porthos Aramis gibi
Kaderin birleştirdiği seçilmiş kişiydiler

Tarihin omuzlarına yüklediği yük gereği
Söz verdiler gelecekle ilgili
Bütün maceralardan üçü birlikte kurtulacaktı
Hem de hiç bekletmeden biri diğerini

Sonunda verdikleri sözün vücut bulduğu gün geldi
Aşılmaz bir köprüden geçtiler önce
En uzunları yattı yere
Üçü birleşip tamamladılar birbirlerini köprü niyetine

İkinci zorluk aşılmaz dereydi
Kara kara düşünme zamanıydı şimdi
En güçlüleri sırtlandı hepsini
Yüzerek cengaverce geçti dereyi

Son basamak kalmıştı geriye
Verilen sözün yerine getirilmesine
Karşılarında ne bir dağ, ne bir dere ne de bir köprü vardı şimdi
Ölene dek verdikleri sözün tek öznesi eceldi karşılarındaki

Tek bir şartı vardı bu üçlüyü kendisine konuk etmemek için
Feda edeceklerdi içlerinden birini
Uzun olan istemedi ölmeyi
Köprüyü oluşturmaya ilk yardım eden olmaktı gerekçesi

Dereyi geçen de kaçırdı bakışlarını
Yüzerek geçirmişti diğerlerini
Haketmiyordu ecelin soğuk nefesini
O da bir iki adım geriledi

Geriye kaldı en güçsüzleri
Çaresizce ecele doğru ittirildi
"Biz de gecikmeyeceğiz arkandan gelmekte korkma" dediler
Verilen son sözleri oldu bu üçüz silahşörlerin
50 yıl gecikmeyle gerçekleşeceğini bimedikleri

Aynı Elektrik Akımı

Bazı hisler var asla başkalarının anlayamadığı.
Senin tüylerini diken diken eden bir şey bir başkasının kılını bile kıpırdatmıyor.
Ne kadar uğraşırsan uğraş hissettiklerini karşıdakine iletemiyorsun.
Senin yaşadığın coşkuyu, duygusallığı ya da her neyse işte; paylaşmak istediğin kişi anlayamıyor bir türlü.
"Ben mi çok derin düşünüyorum?" diye soruyorsun kendine "Yoksa insanlar mı çok sığ, duygusuz?"
Benzer şeyler hissedilse bile asla küçük nüanslar birbirini tutmuyor. Herkesin hissediş biçimi farklı. Herkese dokunan şey ayrı. Herkesin içindeki dünya bambaşka ve hepsi birer hazine; Atlantis'in kapıları bir bakıma. Yaşadığın coşkuyu paylaşamamak, paylaşsan da aynı etkiyi vermediğini, sonucun beklediğin gibi olmadığını görmek iç burucu. Gözlerdeki beklediği pırıltıyı göremediğinde sönen bir balon gibi uçuyor insanın hevesi. O yüzden keşke hissettiğimiz duyguları havadan bir elektrik akımıyla istediğimiz kişiye iletebilseydik ya da seyrettirebilseydik.

Her izlediğimde tüylerimi diken diken edip o mekana, o zamana ışınlanma isteği bırakan bu sahneyi eminim ki hepimiz farklı algılayacağız. Kimimiz seyredip geçecek, kimimiz bakmayacak bile. Kimimiz benim gibi etkilenecek belki; ama kimse benim hissettiğim şekilde hissedemeyecek ve asla tamamen aynı şeyleri duyumsayıp aynı elektriği alamayacak, aynı şeyleri paylaşamayacağız.



17 Mart 2013 Pazar

Kargalar ve Yağmur




Tir tir titriyorum dehşetin vücut bulmuş halindeki devasa ağaçların yanından geçerken. Burada benden başka kimse yok. Kaybolduğumu anlayıp beni arayacak tek bir kişi bile yok. Yağmur çiseliyor. Üstüme düşen küçük damlalar rüzgarın etkisiyle tenimde kesikler açıyor sanki. Bir an kanatacaklarını sanıyorum. Kargaların bet bakışlarını hissediyorum üstümde.

Ne çirkin hayvanlar şu kargalar. Uğursuzluğun alameti olarak yaratılmışlar sanki. Akbabalarla akraba, fırsat kollayan yaratıklar. Sanki kötülük çanını onlar çalıyor akbabalara haber vermek için.

Yağmur şiddetleniyor. Ağaçlar üzerime üzerime geliyor, kargalar daha da yakın şimdi delici bakışlarıyla.

Bir çığlık mı duydum ne?

Zihnim bana oyunlar oynuyor. Bunların hepsi hayal. Ben sadece düş görüyorum sıcak yatağımda. Derken yağmur azalıyor, rüzgar hafifliyor, ağaçlar çekiliyor üzerimden birer birer ve bana geçecek alan bırakıyorlar. Kargalar dikkatlerini başka yöne veriyor, akbabaların kanat sesleri azalmış gibi. Tam o sırada bu iç bunaltıcı ormanın gerçekten de bir düşten ibaret olduğuna inanmaya başlıyorum.

Ama dur bir dakika! Uzaklarda bir çığlık mı duydum ne?

Panik halinde koşuyorum önüme bakmadan. Gözlerim kapalı. Artık ne yöne koştuğumu da bilmiyorum. Sadece koşuyorum. Sonrası; yüksek bir yerden atlarken oluşan, karın boşluğundan ruhun çekilmesi hissi...

Gözlerimi açıyorum. Yağmur damlaları şiddetle pencereme vuruyor. Hafifçe aralanan perdenin arasından sokak lambasının ışığı sızıyor içeriye. Pencerede yağmurdan başka takırdayan bir şey daha var. Ayağa kalkıp yaklaşıyorum: rüzgarın şiddetiyle cama vuran bir karga ölüsü.

 Bir çığlık mı duydum ne?


15 Mart 2013 Cuma

Bir Çeşit Amnezi



Kendi kendine verilip de yerine getirilemeyen sözler "bu kadar mı acizim?" dedirtiyor insana. Öğrenmek için kafayı taşlara sürte sürte ilerlemek bile yetmiyor. Çok mu mazoşistiz çok mu aptalız? Sanmıyorum. Görmek istemediği şeyi uğraşırsa ömür boyu görmeyebiliyor insan. İsterse köşe kapmaca oynar aşikar olanla ya da başını çevirip gözünü kapatır her karşılaştığında.

 Her seferinde inatla apaçık ortada olan sinyalleri nasıl kendi bildiğimiz gibi anlamlandırmayı başarıyoruz ben de bunu anlamıyorum. Evet gerçekler acıtıyor ama bir kere bu gerçeği görüp kavradıktan sonra onu unutup tekrardan acının kollarına koşmak niye?

Herkesin mutlu olmaya ihtiyacı var. Mutlu olmak için de umuda. Umut da gerçek olana kadar aynı hayalin üstünden tekrar tekrar geçmek değil midir? Bu olay kısa süreli amnezi gibi geliyor bana. Bir an gerçeğin farkındasın, mantığın doruklarındasın diğer dakikada bir bakmışsın beynin yine kendine reset atmış sana da kazık. Ve tekrar unuttuğun "acı gerçek" deryasında yüzmeye başlıyorsun.

Hani zamanda yolculuk edebilenlerin olduğu fantastik filmlerde her seferinde geçmişi değiştirmeye uğraşırlar ama başaramazlar ya o hesap. Biz de belki bu sefer değişik sonuç verir ümidiyle aynı hatayı tekrar tekrar yaparak kendimize zarar vermeyi göze alıyoruz. Çünkü fazla farkındalık hiçbir zaman mutluluk getirmez. Anestezisiz ameliyat olmak gibidir. Yine de bilerek körleştirdiğimiz gözlerimizle; daha ne kadar aynı bilindik yollarda yürüyerek, bilinmeyen ara sokaklara sapmadan var olabiliriz ki?

12 Mart 2013 Salı

Bağımlılık

Nedir bağımlılık?

Bir tiryakinin sigarası mı?
Bir alkoliğin konyak matarası mı?
Bir sevgilinin beslediği aşk mı?
Bir pedofilin komşunun çocuğuna bakışı mı?

Bir seri katilin ellerindeki kan mı?

Bir egoistin karşısındaki ayna mı?
Bir pandomim ustasının makyajı mı?
Bir papazın duası mı?
Bir bebeğin emziğine yapışması mı?

Nedir bağımlılık?

Belki hepsi belki de hiçbiri...

11 Mart 2013 Pazartesi

Merak Ne Zaman Ölür?

Genelde bir şeyi keşfetmemle ondan sıkılmam bir oluyor. İçimdeki merakın ölmesi bilinmeyenin keşfedilmesiyle başlıyor.

Varlığından yeni haberdar olduğum ve henüz keşfedilmemiş topraklardaysam oranın her karışını gezmek, bilinmedik her köşesini kabaran iştahımla yudum yudum içmek için yanıp tutuşuyorum. Bilinmedik ne varsa benim için o kadar hırs konusu, o kadar sabırsızlık ve bir o kadar uğraşmaya değer. Gece ve gündüz, yaz ve kış, öğlen ve akşam; sürekli onu anlamaya, keşfetmeye çabalıyorum. Her satırını ezberleyene kadar huzursuzca bir açlık ve heves gösteriyorum. Bu merak ruhumu gram gram kemiriyor.

Stoklarımda en tepeden eksilere düşmesi için bu merakın, merak edilen şeyi en ince ayrıntısına kadar öğrenmem, öğrenemesem bile genel hatlarıyla anlamam gerekiyor. İşte o zaman o en değerli şey gözümde neredeyse çöpten farksız oluyor ve bu tutsaklığın içimden yavaş yavaş sökülüp atıldığını hissediyorum.

Bu durumda merak kediyi değil, keşfedilmiş olan merakı öldürüyor.




9 Mart 2013 Cumartesi

Şaziment

Tuhaf bakışları vardı Şaziment'in
Hayattan memnuniyetsizliğini haykıran gözleri vardı
Derin yaraları vardı belki de kimseye göstermediği
Tuhaflığından ördüğü perdenin altına gizlediği

Halının altına süpürdüğü kusurları vardı Şaziment'in
Görmek istemediği bir benliği
Başını kaldıramadığı gizli bir utancı vardı
Belki de hiç bilmediğimiz bir hikayesi

Ama elleri çok güzeldi Şaziment'in
Bir gül goncası gibi pembe, yumuşacıktı elleri
Dokunduğu her şeyde yukarı doğru tırmanma isteği bırakan
Dolgun ama narin parmakları vardı

İsminin yadırgandığı kadar benimsenen ellerdi onunkiler
Görene bir daha bakma arzusu veren 
En tatlı yasak meyveyi bahşeden ellerdi
Tertemiz tırnaklarıyla nam salmış dünyadaki nadir güzelliklerden

Ellerden yukarı doğru kayınca bakışlar
Gözlerdeki sevecenlik yer değiştirirdi dehşetle
Acımanın yoğunluğu birer yaş olarak akardı o gözlerden
Korkuyla kaçıp gidenlerin ardından
Ellerine bakakalırdı Şaziment

İnadım İnat

Küçüklüğümden beri inadım inattır benim. İnadına, "yap" denilen şeyi yapmam. Eskiden beri böyleyim.

-"Ali git ekmeği getir" getirmezdim. 
-"Ali git bir koşu bakkaldan şeker al" almazdım.
İnanır mısınız inat uğruna çişimi bile tutardım. 

Az mı sürüklediler tuvalet fayanslarında, az mı oraya buraya notlar yazdılar "tuvalet zamanı" diye. Komik biliyorum; ama ne yaparsınız can çıkar huy çıkmaz derler.
Geçerli bir dayanağım da yoktu. Sözde başkası söylüyor ya bana ne yapacağımı, kimse karışamaz ya bana, en güçlü bendim! Ben ne yapmak istersem onu yapardım başkalarının bana emrettiğini değil!
Bunun kronik bir hastalık haline dönüşeceğini bilemezdim tabi o zamanlar. Eğer bilseydim; emin olun ki bırakırdım çişimi tutmayı, bakkala da giderdim, ekmeği de getirirdim... 

İlkokulda ödevlerimi yapmazdım sırf öğretmenler "yap" dedi diye. Annemin elini tutmazdım karşıdan karşıya geçerken ezilmek pahasına da olsa. Ailemin sözünü zaten hiç dinlemezdim en çok emir verenler onlardı çünkü. Bu illet huyum yüzünden bencil, umursamaz biri olup çıktım. Daha doğrusu bu hastalığı bilmeyenlere göre böyle bir insandım. Bilmezlerdi içimde fırtınalar koparken sanki canlı bir varlıkmış gibi bedenimi sabitleyen bu inadın ne meret bir şey olduğunu. Acı bile yetemedi bu illetin bedenimi serbest bırakmasına. 

Hiç unutmuyorum o güneşli ama dondurucu günü. Eve yürüyerek döndüğüm için hatırlıyorum belki de havayı. Kulaklarımda çınlayan siren seslerini bugün bile duyarım bazen. Gözümün önüne gelir kaza yapmış arabalardan fırlayan yaralı insanlar. Özellikle bir arabanın rengi tanıdık gelir, içinden çıkan yaralı daha da tanıdık. Babam kadar tanıdık...

Yaklaşırım ölü gibi yatan kanlı bedene. Yaklaştıkça kalbim sıkışır ama aldırmam. O anda bir ses çalınır kulağıma.

"Sedyeyi oraya kadar yetiştiremiyoruz sevabına bir el at kardeşim. Hadisene ne duruyorsun acelemiz var yardım etsene ölsün mü adamlar!"

Sihirli kelimeler:"emir kipini kapsayan her şey"

Donup kalırım her zamanki gibi. Bedenimi esir alır o illet. Etrafımdaki koşuşturmalara aldırmadan önümde yerde yatan adamın feri gitmiş gözlerine kayar bakışlarım. Dedim ya size inadım inattır benim.

8 Mart 2013 Cuma

Tahammül (-)'lerde

İnsanlar birbirine ne kadar hoşgörüsüz olmuş böyle. Kimse kimseye katlanamaz olmuş. Tahammül sınırı en alt seviyelerde hatta eksilerde seyrediyor. Herkes herkesin ne giydiğine, ne söylediğine, nasıl davrandığına karışır olmuş. Farklılığa, özgünlüğe yer yok. Her hareketin bir yaftası var ve sorgulamadan yapıştırıveriyoruz bu yaftayı. Açıklama hakkı tanımadan yargısız infazla hüküm verip yolluyoruz idama.

İnsanlar özgürce düşüncelerini ifade etmekten korkar olmuş, aciz olmuş. İçimizdekileri rahatça dökemedikten, tarzımıza, davranışlarımıza yansıtamadıktan sonra dıştaki özgürlüğün ne anlamı kalır ki? İçimizde hapis olduktan sonra; yalnızca uyum sağlayarak özgür kalabilmenin ne anlamı var?

İnsanlar birbirine o kadar tahammülsüz ki adeta birer eleştiri makinesi misali etiketliyorlar etraflarındakileri. Herkesin her şeyi batar olmuş. Herkes birbirinin arkasından konuşur olmuş. İhanet boyutunda olmasa bile içten içe kıskançlık, haset diz boyu olmuş.

Toplum tarafından kabul görmek o kadar zor ki; tam bir şeyi doğru yaptım, tamamım diyorsun, bir bakıyorsun diğer tarafı tutturamamışsın. Orta yolu bulmayı deniyorsun, belki başarıyorsun da, bu sefer de başka bir yerden patlak veriyor.

Dengeyi bulmayı bırakın, insanın kendi iç dünyası için denge aramaya, etrafa uydurmaya çalışması bile çok acı verici. Kişi sırf içinden öyle geldiği için bir harekette bulunamıyor. Eğer sevdiği şeyler; toplumun koyduğu genel kalıplara ve görüşlere aykırıysa, eleştiri oklarına hedef olmadan bunları yapamıyor ve ne yazık ki kimse birbirini olduğu gibi kabul edemiyor. Bunun yerine belirli kalıplara sokup o kalıpların dışında olanları acımasızca eleştirmekle yetiniyor.

7 Mart 2013 Perşembe

Puzzle'ın Parçaları

Feminizm aslında kadın haklarını, kadın erkek eşitliğini savunmak demek ama bu ülkede kadın yerden yere vurulduğundan pozitif ayrımcılık olmuş sana erkek düşmanlığı.

Feminizmin birçok çeşidi var. Ayrılıkçı feminizm var, ruhsal feminizm var, islamcı feminizm var, lezbiyen feminizm var, marksist feminizm var, eşitlikçi feminizm var, var oğlu var. Almış başını gitmiş seç beğen al. Bunların arasında erkek düşmanlığını kapsayanı da illa ki vardır.

Erkeklerin gözünden, büyük ihtimalle, çok itici görünen bir durumdur bu. Çünkü kadınların gözünde de; sürekli kadınları iğneleyen, eleştiren erkekler; "kıro, maganda, odun, öküz" olarak adlandırılıyorlar halk tabiriyle.

Yüzyıllardır bu iki farklı cinsiyetin anlaşmasını bekliyoruz. Çok doğal olarak anlaşamayınca da "kadınları anlamak imkansız" "erkeklerin hepsi aynı" tarzında klişe sözler çıkıyor ortaya. Farklı kulvarlarda seyreden iki farklı üretimin anlaşmasını, uyuşmasını, aynı şeylerden zevk almasını beklemek bence aptallık. Herkesi olduğu gibi kabul etmek her ne kadar zor olsa da, bazı şeylerin sadece doğaları gereği öyle olduğunu kabullenmemiz gerek.

Erkeklerle kadınların karşılıklı hakaret içerikli münazaralar eşliğinde aynı yerde var olamayacağı yadsınamaz bir gerçek. Her ne kadar iki taraf da birbirini eleştirse, kendince analizler yapsa, hatta bazıları abartıya kaçıp mütemadiyen karşı cinse kin kussa da, birbirimiz olmadan yapamayacağımız aşikar. Gerek doğamız, gerek ruh sağlığımız gerekse vücut yapımız bizi ayrılmaz zıt kutuplar haline getiriyor. Nitekim zıt kutupların birbirini çektiğini bilmeyen yoktur. O yüzden kin kusan, hakaret içerikli, fazla coşkulu nafile eleştirileri bir kenara bırakıp "ne seninle ne sensiz" klişesini kabul etmekte fayda var. Ne de olsa bu memnuniyetsiz eleştirilerle iki tarafı da değiştiremeyeceğimiz ortada.

Zaten bu iki tür birbirini anlayamasın diye yaratılmış. Meydana geliş amacı dışında bir mucize beklemek uçarılıktan başka bir şey değil. Uyumsuz iki puzzle parçasını birleştirmeye çalışmak nafile bir uğraş ancak her parça aynı zamanda bütün puzzle'ın içinde bir yere sahip. Bu yüzden de parçalar birebir uymasalar da birinden biri olmazsa puzzle tamamlanamaz.




6 Mart 2013 Çarşamba

Ben, Kendim ve Şahsım



İçimdeki nadiren ortaya çıkan cıvıltının derinlere gömüldüğü bu kış aylarında/güneşli ama buz gibi havalarda ilhamımı yarı yarıya kaybetmiş durumdayım. Öykü yazmak ne kadar eğlenceli ve heyecan verici olsa da bir o kadar da zor ve zahmetli. Özellikle ortaya kötü ve özensiz bir sonuç çıktığında hiçbir tat vermeyen bir uğraş. O yüzden de ilhamımın da cıvıltımla birlikte buharlaşıp uçtuğu son birkaç ayda sürekli kendimden ve içimdekilerden bahsettim. Yeteri kadar öykü yaratamasam da, ne yalan söyleyeyim betimlemelerime güvenerek yazımla içimi döktüm. Bu da aynı tarz yazılarımdan biri işte.

Defalarca yaptığım gibi yine analizlerimden çıkardığım bazı sonuçlar var.

İlk analiz: Ben bencil bir insanım. Her ne kadar itiraf edemesem de kabullenmek istemesem de söylüyorum işte. Bencilim! Neyse ki bunun (kafamın içindeki küçük ses sayesinde) farkındayım da, elimden geldiğince törpüleyebiliyorum. Ama ne kadar törpülersek törpüleyelim; en saf hislerimizde su yüzüne çıkar, bastırmaya uğraştıkça pörtleyen kötü özelliklerimiz...

İkinci analiz: İnsanlar çok yalnız. Ben de kendimi ileri derecede yalnız hissettiğim zamanlardan biliyorum bunu. İşin tuhafı kimse bunu itiraf etmiyor. Akşam tek başımızayken ikinci bir kişilik fırlıyor adeta bedenimizden. Yalnızlığımızla dertleşiyoruz. Sabah olup da kurt adamlıktan insanlığa dönüştüğümüzde de insanların arasına karışıp "mutlu, hayatından memnun kişi" rollerimize bürünüyoruz.

Üçüncü analiz: Sims adlı oyunu hepimiz biliyoruz. Hani orada insancıkların ihtiyaç tablosu vardı; uyku, açlık, eğlence ihtiyacı, tuvalet vs. işte biz gerçek insanların da böyle bir tablosu var çok doğal olarak ve o tablonun içinde" ilgi ve alaka" da yer alıyor. Hatta çok da büyük bir yer kaplıyor. Bazılarımız gururuna yediremeyip "ben tek başıma ayakta kalırım kendi kendime yeterim" görüşündeymişiz gibi davransak da içten içe yalan söylediğimizi biliyoruz.Gelin kimseyi kandırmayalım, ne kendimizi ne de başkalarını. Yemek yemek, su içmek, nefes almak kadar muhtacız hepimiz ilgiye ve sevgiye. Çiçekler bile sadece sulanmakla yetinmeyip ilgi bekliyor, güneş ışığına doğru dönüyorlar. Bitki işte deyip geçmemek lazım. Hayvanlar da en doğal ihtiyaçlarını karşılamak üzere yaratılmış ilkel yaratıklar çoğumuzun gözünde ama onlar da kendilerini sevdirmek için türlü şaklabanlıklar yapmıyorlar mı? Herkes dikkat çekmek, takdir edilmek, beğenilmek, göze girmek, sevilmek ister. Umursamıyorum diyenlerin çok az bir yüzdesi gerçekten umursamıyordur. Geri kalanı ise affedersiniz ama "yiğitliğe bok sürdürmemek" için "ben kendi kendime yeterim kimsenin ilgisine ihtiyacım yok" ayağı yapanlardır.

Bugünlük de bu kadar yetsin. Benim ihtiyaç tablomda günde bir doz yazı yazmak da yer alıyor ve bugünlük dozumu doldurduğumu düşünüyorum. Burayı günlük defterine çevirmeden önce ilhamımın fazlasıyla geri gelmesi dileğiyle...

3 Mart 2013 Pazar

Gece Gezmeleri




Gece çıktığımda belli bir saatten sonra istediğim tek şey evime gidip yorganların arasına gömülmek oluyor.


Gittiğim yerler mi sıkıcı, beraber olduğum insanlar mı yetersiz yoksa ben mi evcimenim çözemedim.


Sürekli evde oturmayı sevmediğim de bir gerçek ama beni üşendiren tonlarca şey var.


Uzak mesafeler, hazırlanma aşaması, harcanan eforun geçirilen güzel vaktin çoğunu çöpe atması ve özellikle kış mevsiminde donmaktan eğlenmeye zaman ayıramamak gibi...


Bangır bangır çalan müzikten dolayı duyulamayan, boşa giden sohbetler, belli bir süreden sonra tat almadan sırf sarhoş olup farkındalıktan kurtularak boş bir kendini kaybedişe yönelmek için içilen içkiler, avını bekleyen yırtıcı hayvan misali atılan keskin bakışlar beni çok da cezbetmemeye başladı artık. Günün güzel ışığından faydalanamayarak vampir gibi geceyi beklemek bana ziyanlık gibi geliyor. Huzur ve sakinlikten sıyrılıp oradan oraya saçma bir hareketlilikle; ne yediğinden, ne içtiğinden, ne konuştuğundan bir şey anlamayarak; telaşla ve kalabalıkta verilen bir yaşam savaşı eşliğindeki eğlence anlayışı...


Buraya yazarken bile yoruluyorum. Hiç çıkmayalım demiyorum ama 3 ayda bir çıkılan kaliteli bir gece gezmesini (mümkünse ılık bahar aylarında veya serin yaz akşamlarında olanını) her hafta anlamsızca yapılan haybeye gece gezmesine tercih ederim. Bunun ne yaşlanmakla ne evcimenlikle alakası var. Boşa harcanan bir zaman anlayışı ve kaybedilen dakikaların hüznü kapladı içimi. Hiçbir dakikayı boşa harcamamaya çalışırken daha da boşa geçiyor sanki zaman. Hiçbir şeyin beni tatmin etmediğini hissediyorum. Belki de hep aynı çevrede aynı klişelerle yapılan programlardan kaynaklanıyor bu ama "cıptıs cıptıs" lar eşliğinde binlerce gülümseyen karelerdekiler gibi eğlenemiyorum şu meşhur İstanbul gecelerinde.



19 Ocak 2013 Cumartesi

Bitmemiş Hayat



Michael hayatı boyunca eğlenceli bir o kadar da düşüncesiz bir insan olmuştu. Hareketlerinin getireceği sonuçları düşünmez yarın ne olacağını umursamazdı. Ona sadece Michael dememi ister, benimle yaşıtıymışım gibi arkadaşlık ederdi. Zekası akıl almaz derecedeydi ve bu da benim ona her geçen gün daha da hayranlık duymama neden olmuştu. Yaptığı şey de bunun en büyük kanıtıydı işte.

Onu kaybettiğimizde 67 yaşındaydı. Hepimiz çok şaşırmıştık. Ölümün en beklenmedik anda, en beklenmedik yerden vurması herkes için büyük bir darbe olmuştu. Birkaç gün önce kalp krizi geçirmişti ve onu hastaneye yatırdığımızda hala espriler yapabilecek kadar hayatta gözüküyordu. Ne olduğunu anlamadığımız bir anda gidiverdiğinde başta annem ve ben olmak üzere derin bir ızdıraba gömülmüştük. Öldüğü gün hastanede yanında kimse yoktu. Beni istediği kitapları getirmem için eve yollamıştı. Annemse babamla hava almak için dışarı çıkmışlardı. Söylediklerine göre aniden kalbi durmuştu ve onu son yolculuğuna uğurlamak için yanında tek bir kişi bile yoktu. Hastaneye geri geldiğimde her şey olup bitmişti. Elimde dedemin en sevdiği kitaplarla kalakalmıştım.

Cenaze evi çok kalabalıktı. Michael'ın çevresinin bu kadar geniş olduğunu tahmin etmezdim. Belki de gözüm ondan başkasını görmediği için çevresindekilere hiç dikkat etmemiştim. Onu öyle çok severdim ki... Herkes oradaydı. Doktorundan iş arkadaşlarına ilk karısından ikinci karısına, yeğenlerinden diğer torunlarına kadar. Onu hastanede son gören kişi olan doktoruna mümkün olduğunca yakın olmaya çalışıyordum. Ondan dedem hakkında  ne kadar çok bilgi alırsam Michael'la o kadar çok zaman geçirecekmişim gibi geliyordum. Ama onu her konuşturmaya çalışmamda benden tuhaf bir şekilde kaçıyordu. Bütün bu insanların burada olmasına anlam veremiyordum ama dedemin de onu seven bu kadar çok insanın olduğunu görmesini isterdim. İnsanların değerinin öldükten sonra anlaşılacağı bir kez daha apaçık ortadaydı. Geniş salonumuzun ortasında büyük kristal avizenin tam altında Michael yatıyordu. Bu işi yapanların nasıl dayanabildiğine şaşırıyordum. Bir ölüyü yıkayıp hazırlayıp giydirerek insan içine çıkması gereken bir "yaşayan"a dönüştürmek... Benim kesinlikle yapabileceğim bir şey değildi. Ona bakamıyordum bile. Birazdan annem konuşma yapacaktı. Mutfağa gidip biraz daha içecek almaya karar vermiştim.

Sesler duyunca kapının önünde durdum. Bunlar bir kadınla erkeğin fısıldaşmalarıydı. Garip olansa iki sesin de tanıdık bana çok tanıdık gelmesiydi. Bu Michael'in yeni genç ve güzel karısıyla babamdı. Gördüklerime inanamıyordum. Birbirlerine hiç de saygın ve yas tutan bir konuşma yapıyormuş gibi gözükmeyen bir biçimde yakınlardı. Hatta fazlasıyla yakın... Midemi bulandıran bu sahneden mümkün olduğunca çabuk uzaklaşmak istiyordum. Bunu dedeme nasıl yapabilmişlerdi. Babamın Michael'ı öz babası kadar çok sevdiğini düşünmüştüm her zaman. Salona geri döndüm. Annem gözyaşlarıyla önceden hazırladığı etkileyici konuşmasını yapıyordu. Nedense bir an bakışlarındaki donukluk ilgimi çekti ancak bu sadece bir saniye sürdü. Benimkilerle buluşan gözleri tekrar deminki yaslı ifadeye bürünmüştü. "Zavallı annem" diye düşündüm içimden. Babamla dedemin genç karısının mutfaktaki halleri geldi gözümün önüne. Babasının ölümü üzerine şimdi de kocası onu aldatıyordu. Hem de kiminle ve kim bilir ne zamandır?

Kuytu bir köşede duran doktoru buldum ve yanına gittim.
"Hüzünlü değil mi? Dedemi ne kadar zamandır tanıyordunuz doktor? Sanırım kontrolleri için de hep size gelirdi."
"Aslında onu çok iyi tanırdım. O sadece hastam değil aynı zamanda arkadaşımdı da."
"Onun nasıl bir anda öldüğünü bana hala açıklamadınız. Ben sadece bazı şeyleri kafamda oturtmaya çalışıyorum."
"Dediğim gibi ani bir komplikasyonla karşılaştık ve maalesef Michael'ın kalbi durdu."
"Bunu defalarca söylediniz ama nedense inanmak gelmiyor içimden."
"Sizin durumunuzda ben olsaydım ben de onun ölümünü kabullenmekte güçlük çekerdim haklısınız."
"Ama..."
Beni daha fazla dinlemeyerek yanımdan uzaklaştı. Bu gizemli tavırlara bir anlam verememiştim ama daha fazla kurcalamamaya karar verdim Sıradaki konuşmacı bendim.

Yavaşça kürsüye çıktım ve yanımda duran açık tabuta bakmamaya özen gösterdim. Michael'ı anlattım. Buradaki insanlara, onu çok yakından tanıyan biri olarak, Michael'ın hiç görmedikleri yüzünü gösterdim.
Konuşmamı bitirmeme yakın koridorda tartışan gölgeleri fark ettim. Gözüm onlardan ayırmayarak konuşmayı bitirdim ve kürsüden inerek hızlı adımlarla koridora yöneldim. O sırada doktor yolumu kesti.
"Affedersiniz. Artık sizin öğrenmeniz gerektiğini düşünüyorum. Bence Michael da bunu isterdi. Birazdan her şey sona erecek. Beni dinlemelisiniz."
Telaşla konuşmaya devam eden doktoru hafifçe ittim. Onunla konuşmaya çalıştığımda benden kaçan adam şimdi neden bahsediyordu böyle?
"Şimdi olmaz daha sonra..."
Tartışan gölgeler kaybolmuştu. Mutfağın önünden geçerken bir iki saat önceki korkunç manzara geldi gözlerimin önüne. Bu konuyu törenden sonra anneme açmak üzere beynimin bir köşesine not ettim ve gölgelerin kim olabileceğini düşünerek ilerlemeye devam ettim. Üst kata bakmaya karar vererek merdivenleri çıkıyordum ki ikinci kattan sesler duyunca kulak kabarttım.
Bu annemin sesiydi. Hararetli bir şekilde bir tür malvarlığından, imza yetkisinden ve mirastan bahsediyordu. Karşı tarafın da sesi yabancı gelmemişti. Sanırım bu dedemin ortağıydı. Annemin anlattıklarına bakılacak olursa dedemin kalp krizi geçirmesi en baştan beri ikisinin işiydi. Yemeğine ilaç katmışlar daha sonra bu işi sürdürmekten vazgeçmişlerdi. Ancak işler yolunda gitmişti ve dedem öldükten sonra genel kuruldaki en üst yetkili makama ortağı gelmiş, mirasının büyük bir kısmı da annemle bana kaldığı için artık birikim ve yetkilerini birleştirebileceklerdi. İnanamıyordum. Babamın ihaneti nedeniyle anneme acırken o çok daha büyük işler peşindeydi. Daha fazla bu rezilliğe katlanamayacaktım. Zavallı Michael'ın ardından ne planlar dönmüştü de haberi olmamıştı. İnsanların birbirine ihanet etmesi için kan bağının hiçbir önemi yoktu. Hepsi midemi bulandırıyordu. Biraz odama çekilmeye ve olanları düşünmeye karar verdim. Keşke Michael hayatta olsaydı.

Odama girip kapıyı ardımdan kapattım. Tam gözlerimi kapatmış yatağa uzanmıştım ki doktor içeri girdi.
"Burada ne arıyorsunuz?!"
"Kusura bakmayın ama size anlatmam gereken bazı şeyler var."
"Kaldırabileceğimi sanmıyorum bugün öğrendiklerimi bilseniz şaşarsınız."
Meraklı mavi gözleriyle içtenlikle bana bakan bu adamda birden dedemi görerek ona sonsuz bir güven duydum ve ferahlama ihtiyacıyla o gün şahit olduğum tüm skandalları doktora anlattım.
Nedense şaşırmamışa benziyordu. Birazdan bana anlatacaklarıyla hem aydınlanacak hem de büyük ir coşkuya kapılacaktım...


Salona indiğimizde tören bitmek üzereydi. Salonun ayrı köşelerinde ihanetin başrol oyuncularını gördüm. Gizli köşelerde sinsice çevirdikleri dolapların anlaşılmayacağından emin bir şekilde rahatlamış görünüyorlardı. Küçük bir zevk pırıltısıyla yanımda duran ve bana sevecenlikle bakan doktora göz attım ve davetlileri uğurlamaya hazırlanan kürsüdeki anneme odaklandım. Birkaç dakika sonra herkese geldikleri için teşekkür ederken, doktorun; Michael'ın tabutunun yanında onu geri getirecek iğneyi yapmakta olduğunu fark etmemişti.

Yüzündeki kendinden emin ifadeye bir kez daha baktım.
"Burada ne yapıyorsunuz doktor?"
Doktor tabutun önünden çekilince derin bir nefesle birlikte dirilen Michael'ı gören davetlilerin çığlıkları eşliğinde bakışlarımı annemden babama kaydırdım. Herkes şok içindeydi. Olayların nasıl bu hale geldiğini kimse anlayamamıştı. Doktorun yardımıyla yavaşça tabutun içinden çıkan Michael annemin irileşmiş gözlerini görmezden gelerek kürsüde onun yerini aldı. Herkes sanki vebalıymış ve hareket ettikçe virüs yayıyormuşçasına bir adım gerilemişti.

"Merhaba sevgili dostlar. Açıkçası bu kadar çok sevenim olduğunu düşünmemiştim. Bana karşı olan son görevinizi yerine getirmeye geldiğiniz için hepinize teşekkürlerimi sunuyorum. Neyse ki sizi bu derin üzüntüden kurtaracağım. Ortada yas tutulacak bir durum yok. Yoksa ne yazık ki mi demeliyim?"
Son cümlede bakışlarını  annem ve babama kaydırdığı gözümden kaçmamıştı. Küçük bir nefesten sonra konuşmaya devam etti.
"Evet gördüğünüz gibi sapasağlam ve canlıyım. Doktor arkadaşımın da yardımıyla size küçük bir oyun hazırladık. Hastalık sürecim doğru olmakla birlikte ölümüm ve doğal olarak cenaze törenim de bir yalandan ibarettti. Tıpkı en başta hastalığıma neden olan kızım ve ortağımın sevgi ve sadakatlerinin yalan olduğu gibi... Bu düzmece ölüm hikayesinin iki nedeni var:
biri sevenlerimin kimler olduğunu öğrenmek, ikincisiyse şüphelendiğim bazı komploların ve ihanetlerin doğruluğunu ispat edebilmekti. Sevgili torunumun da maalesef bunlara şahit olmasıyla şüphelerim doğrulanmış oldu.
Sevgili kızıma; vasiyetnamemi değiştirdiğimi ve bütün malvarlığımın gerçekten öldüğüm zaman torunuma kalacağını bildirmek isterim.
Sevgili ortağıma; ona verdiğim vekalet yetkisini geri çektiğimi ayrıca şirketimizle ilişiğinin tamamen kesileceğinden emin olabileceğini belirtmek istiyorum.
Sevgili damadım; sana gelince en kısa zamanda kızımdan boşanıp bu şehri terk edeceksin yoksa sınır tanımayan faydacılığının karşılığını fazlasıyla kötü bir biçimde alacağını sana temin edebilirim.
Ve sevgili karım; ihanetin sonucunda sana açtığım davayı ve tek bir kuruş bile alamadan yok olman gerektiğini tahmin edersin.
Evet dostlar hepinize geldiğiniz için tekrar teşekkür ediyorum."
Hayret nidaları eşliğinde biten konuşmanın ardından ortalığı derin bir sessizlik kapladı. Michael'ın planının odağındaki dört kişinin kireç gibi olmuş yüzlerine baktığımda dedemin zekasına hayran olmadan edemedim. Ona sımsıkı sarıldım ve kulağına fısıldadım:

"Hayat devam ediyor."






18 Ocak 2013 Cuma

Artık Sahne Benim




Daha önce bu kadar üzülmüş müydüm hatırlamıyordum. Hayat hiç bu kadar amaçsız olmamıştı benim için. Kayıplarımın fazlalığı içinde eriyen kazançlarıma bakıyordum uzaktan. Sanki daha önce hiç güzel bir anım olmamış gibiydi. Her şey yerli yerindeydi ama ben başka bir gezegenden geliyordum sanki. Buraya ait değildim. Hiçbir zaman da olmamıştım. Beni bağlayan tutunmamı sağlayan her şey gitmişti elimden. Hayat balonum bir anda sönüvermişti. Hevesi kursağında kalmış küçük bir çocuk gibi eli boş kalmıştım.

Her şeyi denedim. Yeniden bir amaç bulabilmek, onun uğruna savaşmak için aklıma gelen her yola saptım. Ama olmadı işte, olamadı. Sonunda bu bataklıktayım. Sonumun ne olacağını bilmiyorum ve umursamıyorum da. Zaten nasıl olsa bu kısır döngüden çıkamam artık. Başlangıcım; nerede olduğunu hatırlayamayacağım kadar uzağımda ama sonum tam da burada başlıyor.

"O GÜN"

Bugün yaşadığım inden çıkıyorum artık. İçimdeki karanlık gölgeleri arkamda bırakıyorum. Her şeyi sonlandırmak için fazlasıyla ideal bir gün. Etrafta tahammül edemediğim her şey var. Parlayan güneş, sevinçle koşuşturan çocuklar, onları sevgiyle izleyen aileleri, öpüşen çiftler. Her şey midemi bulandıracak kadar mükemmel. Eserimin mesajı tam da böyle bir günde verilmeli işte. Yalnızlığa terk edilmiş bedenim bugün sergilenmeli sevimsizce.

"O GÜN" DEN 6 YIL ÖNCE

Bahçede ilerliyorum sessizce. Can sıkıcı misafirlerin konuşmalarından kurtulup şırıldayan süs havuzunun yanına geliyorum. Onu görmem bir saniyemi alıyor. Bana doğru yaklaşırken kalbimin hızına yetişemiyorum. Delici bakışlarını gözlerimin içine sabitliyor.
"Burada ne yapıyorsun?"
Bu büyüleyici sesi üç saat boyunca dinliyorum. Hayatımda yaptığım en tatlı sohbet dağılan konukların konuşmalarıyla bölünüyor. Tekrar görüşme sözü vererek ayrılıyorum onun yanından. Arkamı döndüğümde hala bana bakıyor. Yüzündeki anlaşılmaz ifadeye bir kez daha hayran oluyorum.

KARANLIK DÖNEMLER

Buraya nereden geldim diye düşünmeden edemiyorum. İşlerin bu noktaya geleceğini kim bilebilirdi ki? Ama bu düşünceler şimdi önümdeki tekinsiz adamın peşinde yeni hayatıma adım atmakta oluşumu değiştirmiyor. Sadece bunu o anda henüz bilmiyorum. Beni hayatımda hiç görmediğim ve ayak basmadığım dar sokaklardan geçiriyor. Gideceğimiz yere varana kadar yol kenarında inleyen evsizleri görmezden gelmeye çalışıyorum.
"Geldik" diyor.
Boyası dökülmüş koyu yeşil ahşap bir kapının önünde duruyoruz. Kapının ardında tavan arasına çıkan dar ve neredeyse çürümüş bir merdiven var. Yatak odasına girdiğimizde kapıyı kapatıp kilitliyor. Korktuğumu belli etmek istemiyorum ancak tir tir titriyorum.
"Bu ilk seferin mi?" diyor.
İçimden bir küfür savuruyorum. Çaresiz ve aptal gibi görünmek istemiyorum ki tam da öyleyim.
"Az laf çok iş" diyorum
Bir süre donuk bakışları yüzüme odaklanıyor. Sonra bir iç çekişle elime ilaçları ve tozları tutuşturuyor.
"Nasıl yapacağını biliyor musun?"
Parayı yatağın üstüne bırakıp tek kelime etmeden kilidi açıyorum ve dışarı çıkıyorum. Temiz havaya ihtiyacım var ama pis havayı soluduğum anda bir öğürme hissi geliyor ve yol kenarına kusuyorum. Duvara yaslanıp gözlerimi kapıyorum. Bir müddet kendime gelmeyi beklerken belimde bir çift el hissediyorum. Hışımla arkamı döndüğümde bana baktığını görüyorum.
"İyi misin? Yüzün bembeyaz olmuş."
Gözlerine bakıyorum ve artık o kadar da korkutucu olmadığını fark ediyorum. Kendimi bırakıyorum. Uyandığımda parayı bıraktığım yataktayım. Yanımda yine o bakışların sahibiyle beraber...

"O GÜN" DEN 6 YIL ÖNCE

Tanışalı daha 6 ay olmasına rağmen ona sırılsıklam aşığım. Nasıl olduğunu bile anlamadığım bir anda kapılıverdim ve artık istesem de dönemem bu yoldan. Annemin saygıdeğer sözde dostlarından birinin benim gibi bu tür yapmacık ortamlardan sıkılmış olan fevkalade çekici oğluyla birlikteyim. Bende ne bulduğuna dair en ufak bir fikrim yok ancak sorgulamaktan yana değilim. Onunla geçirdiğim her anın tadını çıkarıyorum. Sorgulamadan ve irdelemeden...

"O GÜN"

Parkta dikkat çekmeyen bir banka oturuyorum. Ağaçların gölgesi beni gizliyor. Meydandaki heykele odaklanıyorum. Planımı kurgulamak için belli bir süreye ihtiyacım var. Bütün malzemelerim yanımda. Sadece bu işi yapmaktan emin olup olmadığımı anlamam gerekiyor. Birden yanımdaki esintiyle irkiliyorum. Dönüp baktığımda donakalıyorum çünkü aynı ona benziyor. Beni en büyük hayal kırıklığına uğratan sevgilime. Her şeyiyle aynı. Kullandığım uyarıcılar yüzünden halüsinasyon gördüğümü düşünüyorum. Sonuçta ilk defa başıma gelen bir şey değil. Gerçek ya da halüsinasyon; o anda birazdan yapacağım şey için emin oluyorum. Bu midemi bulandıran dünyaya ve içindeki iğrenç mutluluk oyunu oynayan insanlara son hediyem olacak.

KARANLIK DÖNEMLER

Buraya giderek alışıyorum. Ona kısaca Bahisçi diyorlar. Bana asla gerçek ismini söylemedi. Ben de sormadım. Geride kalan hayatımı tamamen unutmak istiyorum. Önceki düzgün ve kurallar içindeki yaşantıma göre oldukça hastalıklı, bir o kadar da zevkli bir ilişkimiz var. Bana ihtiyacım olan şeyleri veriyor ben de ona... Ona bağımlıyım, ondan besleniyorum, onu sömürüyorum, onu kullanıyorum ve onu seviyorum. Beni bütün bu pisliğin içine çekmiş olmasına rağmen ondan vazgeçemiyorum. Çünkü bana asla ihanet etmeyeceğini biliyorum.


"O GÜN" DEN 5 YIL ÖNCE

Artık her şey hazır. Bugün büyük gün. Hayatımdaki tek gerçek ve en önemli insanla evleniyorum. Birazdan odamdan çıkacağım ve beni alıp hayalini kurduğum dünyaya götürecek. Bu hasta ruhlu oyuncak bebek dünyasından çok çok uzaklara. Sonunda çıkarcı annemden, mükemmeliyetçi babamdan ve şımarık kardeşlerimden ebediyen kurtulabileceğim. Bu sahte gösterişli peri  masalı cehenneminden kaçıp kendi masalımı yazabileceğim. Son kontrolleri yapıyorum, aynada kendime bakıp memnuniyetle karışık bir gülümseme takınıyorum ve odadan çıkıyorum. Geç kaldı. Giyinme odasına göz atıyorum ancak orada değil. Babamın çalışma odasına gidiyorum. Genelde birbirleriyle konuşmayı seviyorlar ya da birkaç bardak içki içmeyi. Sesler duyuyorum ancak bu babamın sesi değil. Sevgilimin annesiyle konuştuğunu duyuyorum. Bir anlık kararsızlıktan sonra kulak kabartıyorum. Önce duyduklarıma inanmak istemiyorum ancak yavaş yavaş her şey anlam kazanmaya başlıyor kulaklarımda. Gözlerim kararıyor. Bilmem gereken her şeyi duyduktan sonra gerisini hatırlamıyorum.

Beyaz ışık gözümü alıyor. Kulaklarım uğulduyor. Başım çatlayacakmış gibi. Annem ve babam başımda bekliyorlar. Gözlerimden ılık yaşlar süzüldüğünü hissediyorum. Annem başucuma geliyor. Ona sıkı sıkı sarılıyorum.
"Yağmurdan kaçarken doluya tutuldum. Kurtar beni bu kabustan."
Beni kendinden uzaklaştırıyor ve yataktan kalkıp odanın uzak bir köşesine gidiyor. Onun yerini babam alıyor bu sefer. Anlamayan gözlerle bakıyorum.
"Onları duydum. Her şey yalanmış. Beni sevdiği falan yok. Her şey para için. Bizden para koparmaya çalışıyorlar."
Babamın anlattıklarıyla daha da yıkılıyorum. İşin aslının öyle olmadığından ve kritik olan ekonomik durumumuzdan ve bunun  gibi saçmalıklardan bahsediyor. Bu birleşmeyle aynı zamanda şirkette olacak ortaklıktan, sevgilim dediğim yalancı adama verdikleri paradan, benden her şeyi gizlediklerinden ama artık bu sorumluluğu üstlenmem gerektiğinden, sevgilimin annesinin aslında annesi değil teyzesi olduğundan, yasal miras işlemlerinden ve daha bir sürü sahtekarlıktan bahsediyorlar. Daha fazla dinlemek istemiyorum. Benim için her şey bitiyor.

KARANLIK DÖNEMLER

Buraya gelene kadar çok düşündüm. Benim için çok önemli olan değerleri kaybettikten sonra ağır bir depresyonun içinde düştüm. Baskılar ve zorlamalar, yalandan bir evlilik, zorla sahip olunmuş ve şiddet içeren bir hakimiyet ve daha nice kabus dolu günler. Ailem dediğim insanlar için yaptığım fedakarlıktan sonra beni bir çöp gibi gözden çıkarmalarını izledim. Ben onlar için sadece bir piyondum.

Bunlar şu anda çok uzaktaymış gibi geliyor. Boş gözlerle Bahisçi'ye bakıyorum. O da bana bakıyor. Sadece her zamanki tutkulu bakışlarla değil ancak bir ölünün sahip olabileceği donuk gözlerle. Kaç dakikadır orada dikildiğim hakkında en ufak bir fikrim yok. Her şey bitti dediğim anda bile bu kadar dipte olduğumu hissetmemiştim. Elim yanıyor. Nedenini anlamak için bakıyorum ve o an her şey belirginleşiyor. Kırık vazonun elimde bıraktığı yarıkları görmemle her şey daha da netleşiyor. Az önce olan kabusu, gördüğüm korkunç halüsinasyonları ve Bahsçi'nin üstüne saldırışımı hatırlıyorum. O sırada bana Bahisçi'den çok bir iblismiş gibi görünen Bahisçi... Vazo parçalarını yere fırlatıyorum. Bugün ikinci hayatımın da sonuna geldim. Yer değiştirmenin zamanı geldi. İhtiyacım olan ve Bahisçi'nin sonunu hazırlayan malzemeleri hapları ve şırıngaları alıyorum. Sokağa çıktığımda bu kokuşmuş çöplükten kurtulduğum için mutluyum. Pis kokuyu içime çekiyorum.Artık ilk günkü gibi midemi bulandırmıyor. Ben buraya da ait değilim ve ait olduğum yere gidiyorum.

"O GÜN"

Üstümdeki kurumuş kan lekeleri kimsenin dikkatini çekmiyor. "Şimdilik" diye düşünüyorum. Birazdan bunca yıl karanlıkta yaşamış bir vampir misali güneşe çıkıp kendi sonumu hazırlayacağım. Ayağa kalkıyorum. Meydandaki heykele doğru yürürken insanlar beni fark etmeye başlıyor ve korkunç görüntüme baktıklarında yüzlerinde gördüğüm dehşet ifadesinden garip bir haz alıyorum. Kanlı kazağımı çıkarıp yere atıyorum. Böylece kollarımdaki acımasız morluklar gün yüzüne çıkmış oluyor. Heykele doğru ilerlemeye devam ediyorum. Artık sahne benim.

"O GÜN" DEN 3 YIL ÖNCE

Eziyetin 64. günü: Bu kadar kötü biri olduğunu tahmin etmemiştim. Benden nefret ediyor. Bu zorunlu mahkumiyete isyan edercesine iğrenerek bakıyor bana. Beni bir an bile olsun sevmemiş. Ne diyebilirim ki? Mükemmel bir oyuncu olduğunu anlıyorum. İlk geceyi asla unutamayacağım. Bir rüya olmasını beklediğim evliliğimizin ilk gecesi. Kabuslarımın ilk günü. Nasıl hasta ruhlu biri olduğunu anlatmama rağmen gözlerini para hırsı bürümüş olan ve beni bu iğrenç adamın kollarına atıp gittikten sonra her gün sabretmemi söyleyerek beni boşu boşuna ümitlendiren, sözde ailemden umduğum yardımı göremeyeceğimi anlamamdan önceki son 33 gün. Katıksız sevginin nasıl sade nefrete dönüşebildiğini görseniz şaşarsınız. Buradan kurtulmak için yardıma ihtiyacım var. Hem de hemen.

"O GÜN"

İnsanların yüzündeki dehşet daha da artıyor. Sabırsızca gülümsüyorum. Önceden, çektiğim eziyetlerin meyvesi olan bu morluklar şimdi unutma yöntemimin; aklınıza gelebilecek her türlü uyuşturucu çeşidinin kanıtını oluşturuyor. Hayallerle dolu güzel hayatımın eserleri... Heykelin küçük basamağına çıkıyorum. Beni gören bir çocuk ağlamaya başlıyor ve parmağıyla beni annesine gösteriyor.
"Seni küçük aptal!" diyorum ona.
Bu korkunç görüntümün yarattığı çifte dehşetin etkisini arttırmak için de fısıldıyorum. Delirmenin eşiğine geldiğimi fark edip sevinmeye başlıyorum. Biraz önce son kez enjekte ettiğim küçük hediyemin de etkisi olduğunu düşünüyorum. Sona çok az kaldı artık. Daha yakın olamazdı gerçeklik.

KAÇIŞ

Bunca yıllık eziyetten sonra bugün kurtulmaya karar verdim. Hayallerime ve bu iğrenç dünyaya veda edip kendimi atacağım bataklığa doğru kaçışımın ilk günü. Heyecandan kalbimin sesini duyuyorum. Küçük bir davul gibi çırpınıyor içimde. Nefesimi kontrol edemiyorum. Gözüm seğiriyor, başım zonkluyor. Bana doğru yaklaşıyor işkencecim. Ona son bir kez bakıyorum. Zevkten dört köşeyim. Arkamda sakladığım bıçağı elim nereye denk gelirse saplıyorum. Her saplayışta biraz daha keyifleniyorum. Nefes almayı bıraktığında ayaklarımın dibine yığılmış olan bedenini tekmeliyorum. Eziyetlerine teşekkürlerimi sunarak tükürüyorum ve yarım kalmış içkisini bir dikişte bitirip sessizce evden çıkıyorum. Nereye gideceğimi biliyorum. Bahisçi diye birinin adresi yazılı cebimdeki küçük kağıtta. Onu bulmak zor olmadı. İlk kez zor zamanlar geçirmiyorum. Tek zor zamanlar geçiren ben değilim. Bana ona giden yolu gösterenler şimdi hayatlarının belki de en güzel dönemlerindeler. "Hayallerle dolu" kendi dünyalarında bir günlerini bile ayık geçirmiyorlar. Onlara özeniyorum. Acınası ailemin işkencecimi bulacakları anı hayal ediyorum. Bitişikteki evden bizimkine gelmeleri çok uzun sürmese gerek. Benim yaptığımı anlayacaklar ama eğer ifşa ederlerse; beni kullanarak ve bu işe alet ederek kapılarını araladıkları bir sürü yolsuzluğu da açıklamaları gerekecek. O yüzden daha şimdiden aklandım. İkinci hayatım başlıyor.


"O GÜN"

Artık dakikalar kaldı. Bir kadının park görevlisiyle yaklaştığını görüyorum. İşimi çabuk halletmeliyim. Bu sahte cennet bana sahteliklerle dolu olan ilk hayatımı hatırlatıyor. Artık üçüncü bir hayat yok. Sadece huzur verici boşluk... Derin bir nefes alıyorum. Artık daha hissizim. Bıçağımın parıltısı bir an bana iyice yaklaşan park görevlisiyle kadının gözünü alıyor. Gözlerini kısıyorlar. Görüş alanları netleştiğinde artık ben orada değilim. İlk ve ikinci hayatımı bıraktığım bu dünyada, arkamda sadece kesik bir boğazdan fışkıran kanlarımı bırakıyorum. Normal değilim biliyorum. Hiçbirimiz normal değiliz ve bütün bunları sonuna kadar nasıl anlatabilmiş olduğuma ben de şaşırıyorum. Ruhum bedenimden ayrılmış olsa bile sözlerime devam ediyorum. Bütün bu mutlu insancıkları asıl dünyanın gerçekliğinden haberdar ettim.

Artık sahne benim!




16 Ocak 2013 Çarşamba

Umut Sorumlu

Umut; hep bizi bekleten
Yarına kadar sabretmeye iten
Her şeyin en tehlikelisi
Ve yine umut; beklentilerin en yükseği

Umut; zapt etmeyi öğreten,
İçimizdeki kinle nefreti.
Umut; hep baştan başlamayı seçtiren,
Görmezden gelerek gerçekliği.

Umut; aptalca bir hayalin peşinde koşturan
Her şeyi sil baştan yaptıran
Etrafı yok saydıran
Ve yine umut; en büyük düşman

13 Ocak 2013 Pazar

" ? "




Niye herkes aynı? Niye hep aynı şeyler? Niye aynı replikler, aynı duygular, aynı kokular, aynı tatlar?
Niye değişmez hiç insan? Niye değişmez yaşananlar? Niye tekerrür eder tarih kendini?
Niye bu kadar sıradan hayat, bu monotonluk? Ne bu kısır döngü ve niye?

Neden hiç bir farklılık yok? Neden zaman geçmesine rağmen bir gelişme yok? Neden gerçekleşmiyor dönüşüm?
Neden hep aynı döngü etrafında dönüyor evren? Neden her gün bir önceki günün aynısı?
Hissettirdikleri neden değişmiyor insanların? Neden her şey sınırlı o sınırın ötesinde değişen bir şey yok?
Neden zirveyi gördükten sonra geriye dönüş? Neden son noktanın arkasını merak etmek yok sonra hemen düşüş?

Niye bu kadar çok soru, bu kadar az zaman, bu kadar karmaşık cevaplar? Neden bütün bu zorluklar, zorlayışlar?
Nedir bu anlaşılmazlık, çözümsüzlük, bilinmezlik? Nerede netlik,saflık, basitlik, sadelik? Neden etrafı sarmış bu sığ kokulu banellik? Neden hep kötü bir şey olduğunda "kader.." deyip kabulleniş?

Nerede emek? Nerede çaba? Neden bu üşengeçlik? Herkes niye aynı? Bakışlar, dokunuşlar kopyala yapıştır! Nedir bu klonlaşma? Neden hep tekrar ve tekrar yeni başlangıçlar aynı son? Orijinallik nerede? Anlık sürprizler nerede? Hevesle tutunulacak sebepler nerede?

Bu mu hayat? Bunun için mi her şey?

Hangi zamandayız? Hangi yüz yıl? Nerede bu gezegen? Zaman algımız nerede başladı nerede bitecek? Farklı gün mü bugün? Daha bir saat öncesinde değil miyiz? Neden bu aynılık? Kopyala yapıştır kopyala yapıştır kopyala yapıştır kopyala yapıştır kopyala yapıştır kopyala yapıştır kopyala yapıştır kopyala yap..... kopya...


.................................................



Niye herkes aynı? Niye hep aynı şeyler? Niye aynı replikler, aynı duygular, aynı kokular, aynı tatlar?
Niye değişmez hiç insan? Niye değişmez yaşananlar? Niye tekerrür eder tarih kendini?
Niye bu kadar sıradan hayat, bu monotonluk? Ne bu kısır döngü ve niye?

                                             

Olgunlaşmak

Nedir olgunlaşmak?

Kendini sevmek, hatalarını kabullenmek, başkalarının senin hakkındaki düşüncelerini kafaya takmamak, geçmişten pişmanlık duymamak, hayatla ve kendinle barışık olmak, kabullenmek, pişman olmamak, geriye bakmamak, şikayet etmekten vazgeçip güzel anıların, anın tadını çıkarabilmeyi öğrenmek, başkalarına özenmekten vazgeçmek, kendine alışmak, kendini tanımak, hatalardan ders çıkarmak, çabalamak ama başaramayınca kabuğuna çekilip pes etmemek, kendinden sıkılmamayı başarabilmek, sırf sende olmadığı için istediğin şeyleri takıntı haline getirmemek, bazı şeylerin olmayacağını kabullenmek, duygu ve düşünceleri abartmamayı öğrenmek, tavsiye almak ama başkalarının düşüncelerine göre hareket etmemek, ne istediğini, neyle mutlu olacağını, nasıl tatmin olduğunu keşfetmek, hedefini belirleyebilmek, çok fazla şey beklememek, gereğinden fazla güvenip anlam yüklememek, hayal kurmak ama hayalperestliğe kapılmamak, kendinle baş başa kalabilmek, yalnızlıktan korkmamak, her insanın birbirinden farklı olduğunu kabul etmek, birey olmanın verdiği zevkin tadını çıkarabilmek, sevdiğin şeyleri, eğlencenin senin için ne ifade ettiğini, nelerden keyif aldığını belirleyebilmek, sevmeyi, fedakarlığı, saygı duymayı, sınırları aşmamayı öğrenmek, anlık heyecanlardansa kalıcı mutlulukların daha önemli olduğunu kavrayabilmek, ortak noktalarda buluşabilmek, kendine saygı duymak ve kendinden ödün vermemek adına "hayır" diyebilmek...

İnsan bunları başardığı zaman mutluluk zincirinin en önemli halkası "iç huzurunu" yoluna koyabilir.Hayata bir kere geldiğimiz düşünülürse anlık ve yorucu telaşlardan vazgeçip kendi içimde dinginleşmek, her dakikanın tadını çıkarmayı bir an önce öğrenmek istiyorum. Ben olgunlaşmak, daha da olgunlaşmak istiyorum...

9 Ocak 2013 Çarşamba

Kurgu

Ben hazırlıksız yakalanmayı hiç sevmiyorum. Bir olay iyi de olsa kötü de sonuçlansa önceden hazırlıklı olayım, olayı ben yönlendireyim ya da benim yönlendirmemle başlasın istiyorum. Benim başlatmadığım, kontrolünü elimde tutmadığım olaylar zincirinin içinde kaybolmaktan nefret ediyorum. Başkasının sunduğu fırsatları kaçırdığım için üzüleceğime kendi seçimimle girdiğim yolda hüsrana uğramak; içimin daha rahat olmasını sağlıyor tuhaf bir biçimde.

Bu elimden geleni yaptığım kafamdaki kurguyu kurguladığım anlamına geliyor. Bir nedenden ötürü kafamda olaylar kurguluyorum onları kendi yöntemimle sonuçlandırıyorum ve bunu hayata geçirmezsem bir türlü huzuru bulamıyorum. Tek çocuk olarak büyürken oynanan tek kişilik oyunları iki kişiye hatta belki daha da fazla çıkarma mecburiyetinden midir bilinmez kafamdaki kurgulama mekanizmasına hakim olamıyorum. Hazırlıksız yakalanmak benim için bir öykünün kurgulanmamış henüz matbaaya hazır olmayan parçası. Bu şekilde eksik bir parçanın devreye girmesi, çarşaf gibi ortaya serilmesi bana yanlış geliyor. Benim kurgulamadığım hikayenin gerçek olması yanlış sonucu veriyor bana göre. En azından iç huzurum açısından böyle. Benim istediğim veya yönlendirdiğim biçimde gelişmeyen hiç bir şey benim gözümde tamamen bitmiş veya tamamen olmuş demek değil. Benim dokunuşumun değmediği hiç bir sihir gerçekleşmeye müsait değil.

Sonuç doğurmasını beklediğim şeyin karşıdan beklediğim zaman içinde bile benim istediğim yönde ve kafamdaki kurguya uygun olması gerekiyor. Yani beklerken ve hiçbir şey yapmamam gerekirken bile benim yöntemimle olmalı. Yapmamam gereken şey hakkında bir şeyler yapmalıyım. Bu sabırsızlıktan mıdır takıntılı olmak  mıdır emin olamasam da alerjik bir kaşıntı gibi etrafımı saran kontrolüm dışındaki olayların gelişimi fena halde sinirimi bozarken, ben hazırlıklıyken, beklediğim şekilde ortaya çıkan her türlü olay ya da beklenen sonuç beni sonsuz bir tatmin duygusuna ve ferahlığa yöneltiyor.

Sanırım bu da başkasında görsem eleştireceğim veya sinirimi bozacak olan bir kusur ama insan kusurlarına alışamazsa ve onları sevemezse kendini de sevemez ve ben kendimi sevmek istiyorum. Kimsenin beni sevmediği zamanlarda bu boşluğu kendime verdiğim sevgiyle doldurmak istiyorum. O yüzden de kendimi tanımaya çalışıyorum. Kimseyi tanımaya uğraşmak için çabalamayan ben; harcamaya üşendiğim bu vakti kendim için kaybediyorum. İşte bu yüzden bunca analizler, tetkikler ve daha nicesi...