31 Mart 2013 Pazar

Doğanın Kanunu

Bir başkasına arkanı yaslarsan
Alışmadığın bedenlerde tutunamaz, düşersin
Tanımadığın yüzlere güvenirsen
Kendi içindekiyle yüzleşemez, yenilirsin

Seni istemeyeni istersen
Arzulanana tercih edilirsin
Güvenilmeze güvenirsen
İnanç terk eder seni, altüst edilirsin

Bir yıkıntıdan ev kurmaya kalkarsan
Enkazın altında ezilirsin
Almadan vermeye kalkarsan bu dünyada
Bil ki bencilliklere tercih edilir, terk edilirsin

Ama ne zaman ki sırf kendini düşünür,
Sadece kendine zaman verirsin
İşte o zaman emin ol doğanın kanunu gereği,
Şeytana pabucunu ters giydirirsin



Kendi Kıraş




Aman Allah'ım! Modaya ayak uydurmalıyım
Hemen bir Iphone almalı
Instagram'a milyonlarca hashtag koymalıyım

Gece gündüz Candy Crush oynamalı
Twitter'a da "Lanet olsun Candy Crush bağımlılığı!" yazmalıyım

Millete can isteği gönderildi mi? Oh tamam..
Şimdi uyuyabilirim ama önce bir sonraki level'a geçmeliyim
Bu bir yarış geride kalamam
Aman Allah'ım şarjım bitiyor daha fazla yazamam!

28 Mart 2013 Perşembe

Yarım Kalanlar

Sonunu göremediğin için
Akılda kalır yaşanmamışlıklar
Tadına varamadığın için
Vazgeçilmez olur yarım kalanlar

Büyüsüne kapılıp
Rüzgarında özgürce esemediğin için
Çeler her seferinde aklını
Bilinmeyenin çekici gelen yanı

Her yönüyle keşfedemediğin için
Merakla anarsın her anını
Büyük bir susamışlıkla
Bu yüzden kabul edersin her kapını çalışını

Tüketene kadar dinmez içindeki fırtına
Kor gibi eritir geçmez kapılmadan dalgalara
Durmadan hatırlatır sana zayıf ve aciz yanını
İçinde uktedir tuz basar yarana

Üç Kişi






Onlar üç kişiydiler
Bir an olsun ayrılmaz yapışık üçüzdüler
Athos Porthos Aramis gibi
Kaderin birleştirdiği seçilmiş kişiydiler

Tarihin omuzlarına yüklediği yük gereği
Söz verdiler gelecekle ilgili
Bütün maceralardan üçü birlikte kurtulacaktı
Hem de hiç bekletmeden biri diğerini

Sonunda verdikleri sözün vücut bulduğu gün geldi
Aşılmaz bir köprüden geçtiler önce
En uzunları yattı yere
Üçü birleşip tamamladılar birbirlerini köprü niyetine

İkinci zorluk aşılmaz dereydi
Kara kara düşünme zamanıydı şimdi
En güçlüleri sırtlandı hepsini
Yüzerek cengaverce geçti dereyi

Son basamak kalmıştı geriye
Verilen sözün yerine getirilmesine
Karşılarında ne bir dağ, ne bir dere ne de bir köprü vardı şimdi
Ölene dek verdikleri sözün tek öznesi eceldi karşılarındaki

Tek bir şartı vardı bu üçlüyü kendisine konuk etmemek için
Feda edeceklerdi içlerinden birini
Uzun olan istemedi ölmeyi
Köprüyü oluşturmaya ilk yardım eden olmaktı gerekçesi

Dereyi geçen de kaçırdı bakışlarını
Yüzerek geçirmişti diğerlerini
Haketmiyordu ecelin soğuk nefesini
O da bir iki adım geriledi

Geriye kaldı en güçsüzleri
Çaresizce ecele doğru ittirildi
"Biz de gecikmeyeceğiz arkandan gelmekte korkma" dediler
Verilen son sözleri oldu bu üçüz silahşörlerin
50 yıl gecikmeyle gerçekleşeceğini bimedikleri

Aynı Elektrik Akımı

Bazı hisler var asla başkalarının anlayamadığı.
Senin tüylerini diken diken eden bir şey bir başkasının kılını bile kıpırdatmıyor.
Ne kadar uğraşırsan uğraş hissettiklerini karşıdakine iletemiyorsun.
Senin yaşadığın coşkuyu, duygusallığı ya da her neyse işte; paylaşmak istediğin kişi anlayamıyor bir türlü.
"Ben mi çok derin düşünüyorum?" diye soruyorsun kendine "Yoksa insanlar mı çok sığ, duygusuz?"
Benzer şeyler hissedilse bile asla küçük nüanslar birbirini tutmuyor. Herkesin hissediş biçimi farklı. Herkese dokunan şey ayrı. Herkesin içindeki dünya bambaşka ve hepsi birer hazine; Atlantis'in kapıları bir bakıma. Yaşadığın coşkuyu paylaşamamak, paylaşsan da aynı etkiyi vermediğini, sonucun beklediğin gibi olmadığını görmek iç burucu. Gözlerdeki beklediği pırıltıyı göremediğinde sönen bir balon gibi uçuyor insanın hevesi. O yüzden keşke hissettiğimiz duyguları havadan bir elektrik akımıyla istediğimiz kişiye iletebilseydik ya da seyrettirebilseydik.

Her izlediğimde tüylerimi diken diken edip o mekana, o zamana ışınlanma isteği bırakan bu sahneyi eminim ki hepimiz farklı algılayacağız. Kimimiz seyredip geçecek, kimimiz bakmayacak bile. Kimimiz benim gibi etkilenecek belki; ama kimse benim hissettiğim şekilde hissedemeyecek ve asla tamamen aynı şeyleri duyumsayıp aynı elektriği alamayacak, aynı şeyleri paylaşamayacağız.



17 Mart 2013 Pazar

Kargalar ve Yağmur




Tir tir titriyorum dehşetin vücut bulmuş halindeki devasa ağaçların yanından geçerken. Burada benden başka kimse yok. Kaybolduğumu anlayıp beni arayacak tek bir kişi bile yok. Yağmur çiseliyor. Üstüme düşen küçük damlalar rüzgarın etkisiyle tenimde kesikler açıyor sanki. Bir an kanatacaklarını sanıyorum. Kargaların bet bakışlarını hissediyorum üstümde.

Ne çirkin hayvanlar şu kargalar. Uğursuzluğun alameti olarak yaratılmışlar sanki. Akbabalarla akraba, fırsat kollayan yaratıklar. Sanki kötülük çanını onlar çalıyor akbabalara haber vermek için.

Yağmur şiddetleniyor. Ağaçlar üzerime üzerime geliyor, kargalar daha da yakın şimdi delici bakışlarıyla.

Bir çığlık mı duydum ne?

Zihnim bana oyunlar oynuyor. Bunların hepsi hayal. Ben sadece düş görüyorum sıcak yatağımda. Derken yağmur azalıyor, rüzgar hafifliyor, ağaçlar çekiliyor üzerimden birer birer ve bana geçecek alan bırakıyorlar. Kargalar dikkatlerini başka yöne veriyor, akbabaların kanat sesleri azalmış gibi. Tam o sırada bu iç bunaltıcı ormanın gerçekten de bir düşten ibaret olduğuna inanmaya başlıyorum.

Ama dur bir dakika! Uzaklarda bir çığlık mı duydum ne?

Panik halinde koşuyorum önüme bakmadan. Gözlerim kapalı. Artık ne yöne koştuğumu da bilmiyorum. Sadece koşuyorum. Sonrası; yüksek bir yerden atlarken oluşan, karın boşluğundan ruhun çekilmesi hissi...

Gözlerimi açıyorum. Yağmur damlaları şiddetle pencereme vuruyor. Hafifçe aralanan perdenin arasından sokak lambasının ışığı sızıyor içeriye. Pencerede yağmurdan başka takırdayan bir şey daha var. Ayağa kalkıp yaklaşıyorum: rüzgarın şiddetiyle cama vuran bir karga ölüsü.

 Bir çığlık mı duydum ne?


15 Mart 2013 Cuma

Bir Çeşit Amnezi



Kendi kendine verilip de yerine getirilemeyen sözler "bu kadar mı acizim?" dedirtiyor insana. Öğrenmek için kafayı taşlara sürte sürte ilerlemek bile yetmiyor. Çok mu mazoşistiz çok mu aptalız? Sanmıyorum. Görmek istemediği şeyi uğraşırsa ömür boyu görmeyebiliyor insan. İsterse köşe kapmaca oynar aşikar olanla ya da başını çevirip gözünü kapatır her karşılaştığında.

 Her seferinde inatla apaçık ortada olan sinyalleri nasıl kendi bildiğimiz gibi anlamlandırmayı başarıyoruz ben de bunu anlamıyorum. Evet gerçekler acıtıyor ama bir kere bu gerçeği görüp kavradıktan sonra onu unutup tekrardan acının kollarına koşmak niye?

Herkesin mutlu olmaya ihtiyacı var. Mutlu olmak için de umuda. Umut da gerçek olana kadar aynı hayalin üstünden tekrar tekrar geçmek değil midir? Bu olay kısa süreli amnezi gibi geliyor bana. Bir an gerçeğin farkındasın, mantığın doruklarındasın diğer dakikada bir bakmışsın beynin yine kendine reset atmış sana da kazık. Ve tekrar unuttuğun "acı gerçek" deryasında yüzmeye başlıyorsun.

Hani zamanda yolculuk edebilenlerin olduğu fantastik filmlerde her seferinde geçmişi değiştirmeye uğraşırlar ama başaramazlar ya o hesap. Biz de belki bu sefer değişik sonuç verir ümidiyle aynı hatayı tekrar tekrar yaparak kendimize zarar vermeyi göze alıyoruz. Çünkü fazla farkındalık hiçbir zaman mutluluk getirmez. Anestezisiz ameliyat olmak gibidir. Yine de bilerek körleştirdiğimiz gözlerimizle; daha ne kadar aynı bilindik yollarda yürüyerek, bilinmeyen ara sokaklara sapmadan var olabiliriz ki?

12 Mart 2013 Salı

Bağımlılık

Nedir bağımlılık?

Bir tiryakinin sigarası mı?
Bir alkoliğin konyak matarası mı?
Bir sevgilinin beslediği aşk mı?
Bir pedofilin komşunun çocuğuna bakışı mı?

Bir seri katilin ellerindeki kan mı?

Bir egoistin karşısındaki ayna mı?
Bir pandomim ustasının makyajı mı?
Bir papazın duası mı?
Bir bebeğin emziğine yapışması mı?

Nedir bağımlılık?

Belki hepsi belki de hiçbiri...

11 Mart 2013 Pazartesi

Merak Ne Zaman Ölür?

Genelde bir şeyi keşfetmemle ondan sıkılmam bir oluyor. İçimdeki merakın ölmesi bilinmeyenin keşfedilmesiyle başlıyor.

Varlığından yeni haberdar olduğum ve henüz keşfedilmemiş topraklardaysam oranın her karışını gezmek, bilinmedik her köşesini kabaran iştahımla yudum yudum içmek için yanıp tutuşuyorum. Bilinmedik ne varsa benim için o kadar hırs konusu, o kadar sabırsızlık ve bir o kadar uğraşmaya değer. Gece ve gündüz, yaz ve kış, öğlen ve akşam; sürekli onu anlamaya, keşfetmeye çabalıyorum. Her satırını ezberleyene kadar huzursuzca bir açlık ve heves gösteriyorum. Bu merak ruhumu gram gram kemiriyor.

Stoklarımda en tepeden eksilere düşmesi için bu merakın, merak edilen şeyi en ince ayrıntısına kadar öğrenmem, öğrenemesem bile genel hatlarıyla anlamam gerekiyor. İşte o zaman o en değerli şey gözümde neredeyse çöpten farksız oluyor ve bu tutsaklığın içimden yavaş yavaş sökülüp atıldığını hissediyorum.

Bu durumda merak kediyi değil, keşfedilmiş olan merakı öldürüyor.




9 Mart 2013 Cumartesi

Şaziment

Tuhaf bakışları vardı Şaziment'in
Hayattan memnuniyetsizliğini haykıran gözleri vardı
Derin yaraları vardı belki de kimseye göstermediği
Tuhaflığından ördüğü perdenin altına gizlediği

Halının altına süpürdüğü kusurları vardı Şaziment'in
Görmek istemediği bir benliği
Başını kaldıramadığı gizli bir utancı vardı
Belki de hiç bilmediğimiz bir hikayesi

Ama elleri çok güzeldi Şaziment'in
Bir gül goncası gibi pembe, yumuşacıktı elleri
Dokunduğu her şeyde yukarı doğru tırmanma isteği bırakan
Dolgun ama narin parmakları vardı

İsminin yadırgandığı kadar benimsenen ellerdi onunkiler
Görene bir daha bakma arzusu veren 
En tatlı yasak meyveyi bahşeden ellerdi
Tertemiz tırnaklarıyla nam salmış dünyadaki nadir güzelliklerden

Ellerden yukarı doğru kayınca bakışlar
Gözlerdeki sevecenlik yer değiştirirdi dehşetle
Acımanın yoğunluğu birer yaş olarak akardı o gözlerden
Korkuyla kaçıp gidenlerin ardından
Ellerine bakakalırdı Şaziment

İnadım İnat

Küçüklüğümden beri inadım inattır benim. İnadına, "yap" denilen şeyi yapmam. Eskiden beri böyleyim.

-"Ali git ekmeği getir" getirmezdim. 
-"Ali git bir koşu bakkaldan şeker al" almazdım.
İnanır mısınız inat uğruna çişimi bile tutardım. 

Az mı sürüklediler tuvalet fayanslarında, az mı oraya buraya notlar yazdılar "tuvalet zamanı" diye. Komik biliyorum; ama ne yaparsınız can çıkar huy çıkmaz derler.
Geçerli bir dayanağım da yoktu. Sözde başkası söylüyor ya bana ne yapacağımı, kimse karışamaz ya bana, en güçlü bendim! Ben ne yapmak istersem onu yapardım başkalarının bana emrettiğini değil!
Bunun kronik bir hastalık haline dönüşeceğini bilemezdim tabi o zamanlar. Eğer bilseydim; emin olun ki bırakırdım çişimi tutmayı, bakkala da giderdim, ekmeği de getirirdim... 

İlkokulda ödevlerimi yapmazdım sırf öğretmenler "yap" dedi diye. Annemin elini tutmazdım karşıdan karşıya geçerken ezilmek pahasına da olsa. Ailemin sözünü zaten hiç dinlemezdim en çok emir verenler onlardı çünkü. Bu illet huyum yüzünden bencil, umursamaz biri olup çıktım. Daha doğrusu bu hastalığı bilmeyenlere göre böyle bir insandım. Bilmezlerdi içimde fırtınalar koparken sanki canlı bir varlıkmış gibi bedenimi sabitleyen bu inadın ne meret bir şey olduğunu. Acı bile yetemedi bu illetin bedenimi serbest bırakmasına. 

Hiç unutmuyorum o güneşli ama dondurucu günü. Eve yürüyerek döndüğüm için hatırlıyorum belki de havayı. Kulaklarımda çınlayan siren seslerini bugün bile duyarım bazen. Gözümün önüne gelir kaza yapmış arabalardan fırlayan yaralı insanlar. Özellikle bir arabanın rengi tanıdık gelir, içinden çıkan yaralı daha da tanıdık. Babam kadar tanıdık...

Yaklaşırım ölü gibi yatan kanlı bedene. Yaklaştıkça kalbim sıkışır ama aldırmam. O anda bir ses çalınır kulağıma.

"Sedyeyi oraya kadar yetiştiremiyoruz sevabına bir el at kardeşim. Hadisene ne duruyorsun acelemiz var yardım etsene ölsün mü adamlar!"

Sihirli kelimeler:"emir kipini kapsayan her şey"

Donup kalırım her zamanki gibi. Bedenimi esir alır o illet. Etrafımdaki koşuşturmalara aldırmadan önümde yerde yatan adamın feri gitmiş gözlerine kayar bakışlarım. Dedim ya size inadım inattır benim.

8 Mart 2013 Cuma

Tahammül (-)'lerde

İnsanlar birbirine ne kadar hoşgörüsüz olmuş böyle. Kimse kimseye katlanamaz olmuş. Tahammül sınırı en alt seviyelerde hatta eksilerde seyrediyor. Herkes herkesin ne giydiğine, ne söylediğine, nasıl davrandığına karışır olmuş. Farklılığa, özgünlüğe yer yok. Her hareketin bir yaftası var ve sorgulamadan yapıştırıveriyoruz bu yaftayı. Açıklama hakkı tanımadan yargısız infazla hüküm verip yolluyoruz idama.

İnsanlar özgürce düşüncelerini ifade etmekten korkar olmuş, aciz olmuş. İçimizdekileri rahatça dökemedikten, tarzımıza, davranışlarımıza yansıtamadıktan sonra dıştaki özgürlüğün ne anlamı kalır ki? İçimizde hapis olduktan sonra; yalnızca uyum sağlayarak özgür kalabilmenin ne anlamı var?

İnsanlar birbirine o kadar tahammülsüz ki adeta birer eleştiri makinesi misali etiketliyorlar etraflarındakileri. Herkesin her şeyi batar olmuş. Herkes birbirinin arkasından konuşur olmuş. İhanet boyutunda olmasa bile içten içe kıskançlık, haset diz boyu olmuş.

Toplum tarafından kabul görmek o kadar zor ki; tam bir şeyi doğru yaptım, tamamım diyorsun, bir bakıyorsun diğer tarafı tutturamamışsın. Orta yolu bulmayı deniyorsun, belki başarıyorsun da, bu sefer de başka bir yerden patlak veriyor.

Dengeyi bulmayı bırakın, insanın kendi iç dünyası için denge aramaya, etrafa uydurmaya çalışması bile çok acı verici. Kişi sırf içinden öyle geldiği için bir harekette bulunamıyor. Eğer sevdiği şeyler; toplumun koyduğu genel kalıplara ve görüşlere aykırıysa, eleştiri oklarına hedef olmadan bunları yapamıyor ve ne yazık ki kimse birbirini olduğu gibi kabul edemiyor. Bunun yerine belirli kalıplara sokup o kalıpların dışında olanları acımasızca eleştirmekle yetiniyor.

7 Mart 2013 Perşembe

Puzzle'ın Parçaları

Feminizm aslında kadın haklarını, kadın erkek eşitliğini savunmak demek ama bu ülkede kadın yerden yere vurulduğundan pozitif ayrımcılık olmuş sana erkek düşmanlığı.

Feminizmin birçok çeşidi var. Ayrılıkçı feminizm var, ruhsal feminizm var, islamcı feminizm var, lezbiyen feminizm var, marksist feminizm var, eşitlikçi feminizm var, var oğlu var. Almış başını gitmiş seç beğen al. Bunların arasında erkek düşmanlığını kapsayanı da illa ki vardır.

Erkeklerin gözünden, büyük ihtimalle, çok itici görünen bir durumdur bu. Çünkü kadınların gözünde de; sürekli kadınları iğneleyen, eleştiren erkekler; "kıro, maganda, odun, öküz" olarak adlandırılıyorlar halk tabiriyle.

Yüzyıllardır bu iki farklı cinsiyetin anlaşmasını bekliyoruz. Çok doğal olarak anlaşamayınca da "kadınları anlamak imkansız" "erkeklerin hepsi aynı" tarzında klişe sözler çıkıyor ortaya. Farklı kulvarlarda seyreden iki farklı üretimin anlaşmasını, uyuşmasını, aynı şeylerden zevk almasını beklemek bence aptallık. Herkesi olduğu gibi kabul etmek her ne kadar zor olsa da, bazı şeylerin sadece doğaları gereği öyle olduğunu kabullenmemiz gerek.

Erkeklerle kadınların karşılıklı hakaret içerikli münazaralar eşliğinde aynı yerde var olamayacağı yadsınamaz bir gerçek. Her ne kadar iki taraf da birbirini eleştirse, kendince analizler yapsa, hatta bazıları abartıya kaçıp mütemadiyen karşı cinse kin kussa da, birbirimiz olmadan yapamayacağımız aşikar. Gerek doğamız, gerek ruh sağlığımız gerekse vücut yapımız bizi ayrılmaz zıt kutuplar haline getiriyor. Nitekim zıt kutupların birbirini çektiğini bilmeyen yoktur. O yüzden kin kusan, hakaret içerikli, fazla coşkulu nafile eleştirileri bir kenara bırakıp "ne seninle ne sensiz" klişesini kabul etmekte fayda var. Ne de olsa bu memnuniyetsiz eleştirilerle iki tarafı da değiştiremeyeceğimiz ortada.

Zaten bu iki tür birbirini anlayamasın diye yaratılmış. Meydana geliş amacı dışında bir mucize beklemek uçarılıktan başka bir şey değil. Uyumsuz iki puzzle parçasını birleştirmeye çalışmak nafile bir uğraş ancak her parça aynı zamanda bütün puzzle'ın içinde bir yere sahip. Bu yüzden de parçalar birebir uymasalar da birinden biri olmazsa puzzle tamamlanamaz.




6 Mart 2013 Çarşamba

Ben, Kendim ve Şahsım



İçimdeki nadiren ortaya çıkan cıvıltının derinlere gömüldüğü bu kış aylarında/güneşli ama buz gibi havalarda ilhamımı yarı yarıya kaybetmiş durumdayım. Öykü yazmak ne kadar eğlenceli ve heyecan verici olsa da bir o kadar da zor ve zahmetli. Özellikle ortaya kötü ve özensiz bir sonuç çıktığında hiçbir tat vermeyen bir uğraş. O yüzden de ilhamımın da cıvıltımla birlikte buharlaşıp uçtuğu son birkaç ayda sürekli kendimden ve içimdekilerden bahsettim. Yeteri kadar öykü yaratamasam da, ne yalan söyleyeyim betimlemelerime güvenerek yazımla içimi döktüm. Bu da aynı tarz yazılarımdan biri işte.

Defalarca yaptığım gibi yine analizlerimden çıkardığım bazı sonuçlar var.

İlk analiz: Ben bencil bir insanım. Her ne kadar itiraf edemesem de kabullenmek istemesem de söylüyorum işte. Bencilim! Neyse ki bunun (kafamın içindeki küçük ses sayesinde) farkındayım da, elimden geldiğince törpüleyebiliyorum. Ama ne kadar törpülersek törpüleyelim; en saf hislerimizde su yüzüne çıkar, bastırmaya uğraştıkça pörtleyen kötü özelliklerimiz...

İkinci analiz: İnsanlar çok yalnız. Ben de kendimi ileri derecede yalnız hissettiğim zamanlardan biliyorum bunu. İşin tuhafı kimse bunu itiraf etmiyor. Akşam tek başımızayken ikinci bir kişilik fırlıyor adeta bedenimizden. Yalnızlığımızla dertleşiyoruz. Sabah olup da kurt adamlıktan insanlığa dönüştüğümüzde de insanların arasına karışıp "mutlu, hayatından memnun kişi" rollerimize bürünüyoruz.

Üçüncü analiz: Sims adlı oyunu hepimiz biliyoruz. Hani orada insancıkların ihtiyaç tablosu vardı; uyku, açlık, eğlence ihtiyacı, tuvalet vs. işte biz gerçek insanların da böyle bir tablosu var çok doğal olarak ve o tablonun içinde" ilgi ve alaka" da yer alıyor. Hatta çok da büyük bir yer kaplıyor. Bazılarımız gururuna yediremeyip "ben tek başıma ayakta kalırım kendi kendime yeterim" görüşündeymişiz gibi davransak da içten içe yalan söylediğimizi biliyoruz.Gelin kimseyi kandırmayalım, ne kendimizi ne de başkalarını. Yemek yemek, su içmek, nefes almak kadar muhtacız hepimiz ilgiye ve sevgiye. Çiçekler bile sadece sulanmakla yetinmeyip ilgi bekliyor, güneş ışığına doğru dönüyorlar. Bitki işte deyip geçmemek lazım. Hayvanlar da en doğal ihtiyaçlarını karşılamak üzere yaratılmış ilkel yaratıklar çoğumuzun gözünde ama onlar da kendilerini sevdirmek için türlü şaklabanlıklar yapmıyorlar mı? Herkes dikkat çekmek, takdir edilmek, beğenilmek, göze girmek, sevilmek ister. Umursamıyorum diyenlerin çok az bir yüzdesi gerçekten umursamıyordur. Geri kalanı ise affedersiniz ama "yiğitliğe bok sürdürmemek" için "ben kendi kendime yeterim kimsenin ilgisine ihtiyacım yok" ayağı yapanlardır.

Bugünlük de bu kadar yetsin. Benim ihtiyaç tablomda günde bir doz yazı yazmak da yer alıyor ve bugünlük dozumu doldurduğumu düşünüyorum. Burayı günlük defterine çevirmeden önce ilhamımın fazlasıyla geri gelmesi dileğiyle...

3 Mart 2013 Pazar

Gece Gezmeleri




Gece çıktığımda belli bir saatten sonra istediğim tek şey evime gidip yorganların arasına gömülmek oluyor.


Gittiğim yerler mi sıkıcı, beraber olduğum insanlar mı yetersiz yoksa ben mi evcimenim çözemedim.


Sürekli evde oturmayı sevmediğim de bir gerçek ama beni üşendiren tonlarca şey var.


Uzak mesafeler, hazırlanma aşaması, harcanan eforun geçirilen güzel vaktin çoğunu çöpe atması ve özellikle kış mevsiminde donmaktan eğlenmeye zaman ayıramamak gibi...


Bangır bangır çalan müzikten dolayı duyulamayan, boşa giden sohbetler, belli bir süreden sonra tat almadan sırf sarhoş olup farkındalıktan kurtularak boş bir kendini kaybedişe yönelmek için içilen içkiler, avını bekleyen yırtıcı hayvan misali atılan keskin bakışlar beni çok da cezbetmemeye başladı artık. Günün güzel ışığından faydalanamayarak vampir gibi geceyi beklemek bana ziyanlık gibi geliyor. Huzur ve sakinlikten sıyrılıp oradan oraya saçma bir hareketlilikle; ne yediğinden, ne içtiğinden, ne konuştuğundan bir şey anlamayarak; telaşla ve kalabalıkta verilen bir yaşam savaşı eşliğindeki eğlence anlayışı...


Buraya yazarken bile yoruluyorum. Hiç çıkmayalım demiyorum ama 3 ayda bir çıkılan kaliteli bir gece gezmesini (mümkünse ılık bahar aylarında veya serin yaz akşamlarında olanını) her hafta anlamsızca yapılan haybeye gece gezmesine tercih ederim. Bunun ne yaşlanmakla ne evcimenlikle alakası var. Boşa harcanan bir zaman anlayışı ve kaybedilen dakikaların hüznü kapladı içimi. Hiçbir dakikayı boşa harcamamaya çalışırken daha da boşa geçiyor sanki zaman. Hiçbir şeyin beni tatmin etmediğini hissediyorum. Belki de hep aynı çevrede aynı klişelerle yapılan programlardan kaynaklanıyor bu ama "cıptıs cıptıs" lar eşliğinde binlerce gülümseyen karelerdekiler gibi eğlenemiyorum şu meşhur İstanbul gecelerinde.